Yıllardır gezerim diye binbir isim takarlar bana.
Çelebi, Turist Ömer, seyyah, vesaire. Bir de
çok gezen mi bilir çok okuyan mı diye bir atasorumuz vardır. Hani birkaç örnek daha versem milletçe gezmekten olabildiğince sakındığımıza inanmakta zorlanırız.
Sürekli karşılaştığım bir soru var “neden Türkiye’den gelen senden başka gezgin yok?” diye. Benden başka gezgin var da diğer milletlerle karşılaştırılınca cidden çok çok az. Cevabı bulmak için hemen tarihe bakıyoruz. Bizimkiler ta Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar gelmişler, az buz yol değil at sırtında. Ama gezip görmeye değil yerleşmeye gelmişler ve yerleşmişler de. Diğer bazı milletler, mesela İngilizler, İspanyollar, Hollandalılar kaşiflikle uğraşır, dünyanın haritasını çıkarırlarken, bizimkiler kafayı fetihlerle bozmuşlar, Balkanlar’ı, Kuzey Afrika’yı falan fethetmişler. Dolayısıyla yakın geçmişte Batı milletleri turizmi icad edip dünyayı gezip görmeye girişirlerken, bizimkiler Alaman diyarlarını işgale gitmişler. Şimdi şimdi gezmek görmek için kalkıp uzaklara gitmenin de bir anlamı olabileceğini anlamış görünsek de ne yazık ki gözümüzü Batı bürümüş görünüyor.
Tabi ki bunun ekonomik yönünü inkar etmek haksızlık olur ama fakir olmakla birlikte yol alma geleneği olan kültürler de var. Bazı kültürlerde, örneğin Hindistan’da, içsel bir arayışa çıkan insanların bir yerde uzun süre kalmaktan kaçınmaları önerilir, zira zaman alışkanlık doğurur ve alışkanlık da bu dünyanın fani olduğunu unutmaya yol açabilir. Bizim de bir zamanlar
gezgin derviş kültürümüz varmış ama nedense dini olduğu düşünüldüğü için tükaka görülen bir dolu şeyle birlikte tarihe kapatılıp gitmiş. Bir de
göçebe atalarımız varmış ama şimdilerde onların yaşamı neredeyse sefillik olarak görülüyor (çadırın tuvaleti bile yok ki). Ama ben yeni kuşaklardan umutluyum. Son yıllarda
derviş, dergah, kervan, seyyah gibi sözcüklerin olumlu ve yerinde kullanılır olduklarını görmek beni mutlu ediyor.
Asya’da nereye gitsem türümün tek örneği olmak da o kadar fena değil aslında. Bir nevi özgürlük veriyor bana, Türkiyeli insanlarla ilgili herhangi bir önyargı taşımayan insanların arasında olmak (sen buralara geldiğinde “
madem Türkiyelisin, neden dreadlockun, küpelerin yok?” diye sorarlarsa şaşırmayasın). İran’da Azeriler sayesinde neredeyse “evimde” hissetmiştim. Hindistan’da bile sağda solda tek tük memleketlilerimle denk geliyordum. Ama Güney Doğu Asya’ya geldim geleli, Tayland’daki gökkuşağına gelen ve çoğunu önceden tanıdığım arkadaşlardan gayrı bir Allah’ın Türkiyeli kuluna rastlamış değilim.
Yollarda Türkiye vatandaşından çok, Türkiye’den gelme başka şeylerle karşılaşıyorum. Sanırım ilk karşıma çıkan şey Bangkok’un en işlek turist bölgesi olan Khao San Road’daki Turkish Kabab yani
tavuk döner oldu. Aynı cadde üstündeki müzik dükkanlarından yükselen Tarkan’ın
Fındıkkıran şarkısının İngilizce yorumuna da o kadar şaşırdığımı söyleyemem zira zaten İstanbul’a benzettiğim için sevdiğim bu büyük şehrin mücevher satılan bölgelerinde bazı köşeleri kapmış bulunan “
Istanbul Silver”, “
Anatolia Jewelery” gibi dükkanların sahiplerinin yanlarında gümüşten başka birşeyler getirmiş olmaları kaçınılmaz görünüyordu.
Ama Ayşegül’le Malezya’ya ilk girdiğimiz gün otostop çektiğimizde bizi ilk alan arabadaki adam Türkiyeli olduğumuzu öğrenir öğrenmez telefonunu açıp bize Mustafa Sandal’dan
Onun Arabası Var’ı dinletmeye başlayınca bir hayli afalladığımızı inkar edemem. Neyse ki hiç bozuntuya vermeden, Mustafa Sandal’la ilgili görüşümüzü bu dünya müziği meraklısı abiyi kırmadan ifade etmeyi başarmıştık.
Malezya’da Türkiye’den pek birşey dikkatimi çekmedi. Kuala Lumpur’daki Türkiye Konsolosluğundakiler yeni pasaportlarımızdaki mikroçiplerin (pek yakında hepimizi izlemeye alacaklarının resmidir) Malezya’da yapıldığını söylediler. Bir de kitapçılarda
Atatürk’le ilgili kitaplar gözüme çarptı ama bu kitapların tümü Atatürk’ün Türkiye’yi nasıl dininden ettiğini, aslında yahudi ve mason olduğunu falan anlatan kitaplardı.
Endonezya’ya ilk gittiğimde kitaba susadığım bir sırada Sumatra’da bir ikinci el kitapçıda ilk kez Türkçe bir kitapla karşılaştım, ama ne yazık ki bu da bir
Pınar Kür kitabıydı ve o kadar zor durumda olmadığımı düşünerek kitabı orada bıraktım. Çin’de Dali’nin en turistik sokaklarından Renmin Lu’da bir dükkanın
nazar boncuklarıyla döşeli olduğunu farkettim. Dükkanın sahibi Japon Sayaka bu çok özel boncukları kendisinin toplayıp getirdiğini söyledikten sonra “sana bir sürprizim var” diyip elime Türkiye’den getirdiği
kurukahveyi tutuşturdu. Çok kahve düşkünü olmasam da ne kadar heyecanlandığımı anlatamam. Kahvenin kokusuyla birden mısır çarşısına gittim, sanki birazdan babamın dükkanına varacakmışım gibi hissettim.
Bali’de de radyoyu ne zaman açtıysam
Tarkan’ın
Fınfıkkıran’ına denk geldim. Demek ki en sonunda uluslararası bir star çıkarmıştık da haberimiz yoktu.
Filipinler’e vardığımda Maya elime Türkçe bir kitap tutuşturdu, Ramses serisinin henüz okumadığım üçüncü kitabı. Biraz fena bir çeviri olmakla birlikte neredeyse 2 yıl sonra internetteki haberler dışında Türkçe birşeyler okumak bana nasıl iyi geldi anlatamam. Kitabı okuduğum zamanlar bazen Türkçe düşünmeye başladığımı fark ediyorum. Sanki kimliğim değişiyor.
Burada Türkiye’den geldiği bilinen benim haricimde iki şey var. Biri “
shawarma” yani bizim
döner ama domuz etinden yaptıkları için daha ziyade Yunanistan’daki
gyros’a benziyor. Shawarma sözcüğünün kökenini düşününce bunun “
çevirme” ye benzediğini farkettim. Acaba bir yerlerde dönere çevirme deniyordu da Araplar onu duyup shawarma yaptılar, o da kalkıp buralara kadar geldi diye düşünmek çok mu acayip olur?
Burada Türkiye’den geldiği bilinen ikinci şeyse
Yılmaz Bektaş. Ben adını burada duydum ama araştırmak zorunda kaldım. Bu sosyetik kahramanımız Filipinler’in 1993 yılı güzellik kraliçelerinden ve şimdilerde pembe dizi oyuncusu olan Rufa Gutierrez ile evlenmiş ve 2 çocuk ve 10 yıl sonra Rufa bunu kaçarcasına terk etmiş. Hatunun dediğine göre Bektaş bunu dövermiş. Bektaş’ın dediğine göre hatun kişi evle hiç ilgilenmez, gezip tozarmış. Hayırlısı neyse o olmuştur elbet ama geriye pek de olumlu olmayan bir Türkiyeli erkek imajı kalmış. Şimdi buradaki misyonum bu imajı düzeltmek. Ama ben de nasıl Türkiyeliyim bilmiyorum.
Türkiye’den gelen ama kimsenin bilmediği bir diğer şey ise
Dona Elena zeytin yağı. Türkiye’de Philip Morris’in vatandaşı kandırmak için Türkü ya da Anadolu diye sigaralar ürettikleri gibi burada da müslüman sanıp tepki duymasınlar diye yerli bir isimle pazara girmişler. Pek de fena olmamıştır eminim zira bizde Kürt neyi çağrıştırıyorsa burada da müslümanlar onu çağrıştırıyor (sözüm meclisten dışarı, ben yalnızca çoğunluğu müslüman olmayan bir ülkede çoğunluk oldukları vatanlarının özgürlüğü için terörist mücadele veren Mindanaoluların genel halk tarafından algılanmalarıyla bir paralellik görüyorum.)
Ah bir de Filipinler’in dünyaca ünlü (ve muhtemelen dünyanın en ucuz) birası
San Miguel Pilsen’in şişesi de tadı da aynı Efes Pilsen. Vatan hasreti çekeceğini bahane ederek burlara gelemeyenleri motive etmek için bir neden daha.
Bunlar buralarda Türkiyeli olmakla ilgili aklıma gelen ilk şeyler. Başka durumlarla karşılaştıkça buraya yazacağım. Ama en başında dediğim gibi diğer hikayeler diğer bloglarda. Bu arada, kimsenin okumadığı hissine kapılırsam yazmak zorlaşabilir. Bana bir yorum yazarsan sevinirim.
Yurtta sulh, cihanda sulh.