Dünya memleket geyikleri

24 Ağustos 2008 Pazar

Hindi Kompleksi

Ara sıra markette Türkiye’den ithal birşeyler bulmak iyi geliyor. Tutku bisküvisi ve Dona Elena zeytinyağının ardından dün markette Dimes meyvesularına rastladım. Portakal ve üzüm suyunu anladıysam da Filipinler’in neden Türkiye’den ananas suyu ithal ettiğini pek anlayabilmiş değilim. Hemen bir portakal suyu aldım ve garip bir açlıkla kutunun üstündeki Türkçe yazıları okudum. Ta ki en altta yazanı görene kadar: Made in Türkiye!!!

Madem ülkenin ismini Türkçe yazacaksın neden “Türkiye’de üretilmiştir” yazmıyorsun? Dünyaya ülkenin adının Türkçesini öğretmek, bunu yaparken de kendi alfabenden bir harfi de dayatmak hangi akla hizmettir? İspanyollar gelip “bize bundan sonra España diyeceksin ama önce o n’nin üstündeki dalgayı öğreneceksin” deseler neremizle gülerdik acaba!

En başından başlayalım. Nereden çıktı bu kompleks? Benim hatırladığım kadarıyla 1980’lerde Türkiye A milli futbol takımı İngiltere ile birkaç maç yaptı ve bu maçlar Türkiye aleyhine 6-0, 8-0 gibi yüz k9zartıcı skorlarla sonuçlanınca İngiliz gazeteleri gaza gelip “Turkey Hunt” (hindi avı) ve “Turkey on the run” (hindiler kaçışta) gibi manşetler attılar. O yıllarda futbolumuzu daha haysiyetli bir konuma taşımak zor gelmiş olacak ki bunun yerine daha kolay görünen (!) Türkiye’nin İngilizce adını değiştirme kampanyası başlatıldı. İlk başta bir hayli destek gördüyse de, zaman içinde bu kadar saçma bir şeyi kompleks haline getirmenin anlamsızlığı yavaş yavaş anlaşıldı da kampanya unutulur gibi oldu. Ama son zamanlarda birşeylerin değişmesi gerektiğini hissetmekle birlikte ciddi ciddi elini taşın altına koymaktan tırsan yurdum insanının bir kısmı, bu enerjisini yeniden hindi kompleksi üzerine yoğunlaştırmış görünüyor.

Peki bu salak İngilizler neden Türkiye’ye hindi diyorlar? Ya da gerçekten böyle mi? Tarihe biraz göz atmak gerekecek. Bazı gerçeklerle başlayalım.

Gerçek 1: Türkiye Türkiye olmadan, hindi Avrupa’ya adım atmadan yüzlerce yıl önce bile Türklerin yaşadığı yerlere İngilizce Turkey deniyordu.

Gerçek 2: Amerika’nın keşvinden önce İngiliz tüccarlar Turkey'den, adını bir türlü doğru telaffuz edemedikleri bir yabani kuş ithal ediyorlardı. Türklerin çulluk olarak bildikleri bu kuşa onlar “turkey bird” adını takmışlardı, yani Türkiye kuşu.

Gerçek 3: Amerika keşvedilip de tüccarlar yeni dünyadan tütün ve mısırın yanında, ilk yerleşimcileri açlıktan kırılmaktan kurtaran irice bir kuş getirdiklerinde, bunu büyük bir çulluğa benzeten İngilizler ona “big turkey bird” dediler (üstelik bu kuş Avrupa'ya girişini o zamanlar Türklerin elinde olan kuzey Afrika üzerinden yapmıştı). Ama o zamanlar Amerika’yı Hindistan’dan, Kızılderililer’i de Hintliler’den ayıramayan diğer bazı Avrupalılar ona Hintli adını taktılar. Böylece Türkiye vardığında bu kuşun adı Hindi oldu.

Şimdi biz “neden kartala değil de tavuğa benzeyen, uçmasını bile beceremeyen bu hantal kuşa ülkemizin adını verdiler” diye sitem edebilir miyiz? Hindi, diğer kuşlardan daha aşağılık bir kuş mudur? Kızılderili hayvan mitolojisinde hindi özveriyi simgeler. ABD’nin ilk yıllarında, ülkeye bir hayvan sembolü seçilirken o dönemin başkanı (emin değilim ama muhtemelen Lincoln) bu yeni ülkeyi simgelemeye en uygun hayvanın hindi olduğunu öne sürmüştür, çünkü hindi yeni dünyanın zenginliğini simgeler ve ilk yerleşimcilerin hayatta kalmasını sağlamıştır ve yabani olarak yalnızca Amerika’da bulunmaktadır. Ama bu kuşu yeterince agresif bulmadıklarından olacak, daha sonra kel kartalı seçmeye karar verirler. Yani hindi aşağılanacak değil övülecek bir hayvandır.

Peki ülkemizin yüzyıllardır kullanılan adını değiştirmeye hakkımız yok mu? Bence uluslararası turnuvalarda formaların üstüne Turkey yerine Türkiye yazmakta bir sakınca yok, birçok ülke bunu yapıyor zaten (mesela Yunanlar Hellas, İspanyollar España yazıyorlar). Ama ihraç malının üstüne geldiği yeri kendi dilinde yazmak cidden bizi gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Gerçekten böyle böyle İngilizce’yi değiştirebileceklerini düşünen insanlar mı var yoksa yalnızca ne kadar körlemesine milliyetçi olduklarını mı kanıtlamaya çalışıyorlar, anlamış değilim.

Kendimizi dışardan görmek için başka örneklere bakalım. Mesela hindiyle derdimiz yenilir bir kuş olmasından kaynaklanıyorsa, diyelim ki Mısırlılar gelip “bize bundan sonra El-Misr ya da Ejipt diyin” dediler, “adamlar amma kompleksli ha” diyip katıla katıla gülmez miyiz? (Ayrıca bir zamanlar turkey wheat olarak bilinen mısır, hasbel kader bugün Avrupa'da turkey diye anılıyor olabilirdi). Finlandiyalılar “İngilizce’de bize Finnish diyorsunuz, biz bitik miyiz? Bu hakarettir, değiştirin hemen” deseler binbir alaya konu olmazlar mı? Dahası Hintliler aynen hindi kompleksi yapıp “bundan sonra Hindistan yok, bizim Hintçe adımızı kullanacaksınız” deseler, bu ülkeye Baharat demek daha mı güzel gelecek? Ayrıca biz sırf gıcıklığına Yunanlarla ilgisi olmayan İyonya’da gelen Yunanistan adını Hellas ya da Greece olarak değiştirmeyi reddederken kim bizim hindi kompleksimizi dinler ki. Bunlara benzer dünya kadar örnek var. Özellikle hindi dünyanın bütün dillerinde bir başka ülkenin adıyla anılıyor, peru, habeş, hindi, turkey. Ayrıca derler ki gerçek İngiliz üst dudağını oynatmadan konuşan kişidir. Biz bunlara ‘ü’ sesini nasıl öğreteceğiz ki, Türkiye de yazsak yine Turkey diye okuyacaklar.

Facebook da bu kompleks üzerine kurulu birkaç tane grup var. Bazıları bu telaffuz sorununu farketmiş olacaklar ki “Türkiye yerine Turkland densin” falan diyorlar. Diyelim ki Turkland’i kabul ettirdik ama bir gün bu melun İngilizler Türkiye’den ithal ettikleri hamsiye ‘Turkland fish’ demeye başladılar, bu da zamanla Turkland oldu, o zaman da “yok biz hamsi miyiz? Yeniden değiştirelim” mi diyeceğiz?

Bu kampanyanın bu kadar uzaması ve ciddi kuruluşların ihraç malları aracılığıyla dünyaya duyurulması bizi komik duruma düşürmekten başka bir şeye yaramıyor. Hem o portakal suyunun nereden geldiğini anlamazlar (cidden bu uluslararası ticaret kurallarına aykırı değil mi acaba) hem de bizle dalga geçecek birşey daha bulmuş olurlar. Ezikliğimizin utancıyla kalırız.

Benim iki önerim var. Birincisi ülkenin yüzlerce yıllık ismini değiştirmek yerine Türk imajını düzeltmeye kafa yoralım. İngilizce’de turkey sözcüğü yalnızca hindi demek ama turk sözcüğü diğer anlamlarının yanısıra zalim acımasız erkek, ve barbar anlamlarına da geliyor. Bunu değiştirebilirsek belki olumlu birşey yapmış oluruz. İkinci önerim ise hindiyi milli kuşumuz ilan etmek. Bence bu kadar güzel ve eşine az rastlanır bir kuşla aynı adı taşıdığımız için gurur duymalıyız. Ayrıca bildiğim kadarıyla Türkiye’nin milli kuşu yok (aman kartal deyivermeyin). Hindi bunun için biçilmiş kaftan. Bayrağında bile hindi benzeri kuş olan ülkeler var. Belki İngilizcesini değiştirmek yerine Türkçesini “Türk kuşu” olarak değiştirebiliriz.

Biliyorum; yurdum insanından çok fazla mizah anlayışı ve alçakgönüllülük bekliyorum...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Hoşgeldin

Bugün ilk bloglarımı dünyaya duyurdum. Maya’nın motivasyonu sayesinde, ben de onun yaptığı gibi içimi dökmek için yazmaya karar verdim. İlk başta “yazmasına yazarım da kim gelip benim yazdığım blogları okur ki?” diye düşündüysem de, diğer blogcuları örnek alarak bunu boşverdim. Bu sanki bir not yazıp, şişeye koyup internet okyanusuna sallamaya benziyor. Bir gün sabırlı biri çıkıp herşeyi okuyabilir. Paylaşacak bir dolu hikaye var kafamda ve herşeyi gelişine ayrıntılandırmayı sevdiğimin de farkındayım (bazıları “lafı kısa kesme sorunum” olduğunu söyleyebilirler ama ben bunu sorun olarak görmek istemiyorum. Eskiden uzun mektuplar yazardım ve e-posta kullanmaya başlamam bunu pek değiştirmedi, hatta telefon mesajlarım bile bazen mektuba benziyor.)

Yaklaşık bir ay önce bu bloğu başlattım ve hala Türkçe yazarken blogun g’sini yumuşatacak mıyız yumuşatmayacak mıyız karar vermiş değilim. Bu sürede sık sık yeni postalar eklediysem de bunun her zaman yapmam pek mümkün değil zira yola düştüm mü internetten kopmak güzel geliyor. Son zamanlarda “uygarlığa” yakın bir yerde yarı yerleşik olmaktan faydalanmaya ve içimi iyice dökmeye karar verdim.

Yazdıklarımın içeriği beni tatmin eder etmez herkesi davet etmek niyetindeydim ama bu zamanın hiç gelmeyebileceğini farkederek daveti yapmaya karar verdim. Halihazırda yazdıklarımdan çok hoşnut değilim ama kabul etmeliyim ki blog yazmak benim için çok yeni birşey. Biraz adı ve yüzü olmayan iyi bir dosta mektup yazmaya benziyor. Ya da “sevgili günlük” diye başlayan bir defter tutup sonra bunu bütün dünyayla paylaşmak gibi. Çok garip bir his. Bir yandan da epeydir Türkçe konuşmadığım için dilimin dönmediğini farkediyorum. Sürç-ü lisan edersem affola. Tek dileğim paylaşmak istediklerimi okumaya sabrı olan birkaç güzel insana ulaşmaktır.

Son günlerde öğrendiğim bir diğer şey bloglarda sıranın ters olduğu, yani ilk yazılanın en sona yerleştirilir olması. Dolayısıyla hemen aşağıda gördüğün posta ilk yazdığım değil son yazdığım ve eğer baştan başlamak istersen ya sayfanın sonuna gitmen ya da yandaki postalar listesini kullanman gerekiyor. Eğer zahmet olmazsa ilk yazdığım bir kaç postayla başlayabilirsen çok sevinirim. Böylece blog biraz daha anlam kazanmış olur belki.

Yazdıklarımla ilgili ne düşündüğünü duymayı çok isterim; lütfen yazıların altındaki “yorum” linkine tıklayıp iki satır yaz aklına bir şey gelirse. Eğer yazdıklarım cidden hoşuna giderse ve yeni yazılarım bu sayfaya düşer düşmez haberdar olmak istersen yandaki “abone ol” bağlantısını kullanabilirsin (RSS).

Söylemesi ayıp, aslında esas bloğum bu değil. Bu yalnızca Türkçe yazıp biraz memleket geyiği çevirdiğim bir blog. Esas bloglarım gezilerim, iç yolculuğum ve Adem Havva durumlarıyla ilgili ve İngilizce. Onlardaki malzeme buradakinden daha zengin ve ilgini bekliyor.

Küçük paylaşı ağıma hoşgeldin...



Ama bu anlattığın eski bir hikaye – derler.

Ama hiç şüphesiz yeni bir hikaye bu anlattığın – der bazıları.

Bir daha anlat – derler;

Ya da, bir daha anlatma – der diğerleri.

Ama ben bütün bunları daha önce duymuştum – der bazıları;

Ya da, ama önceden böyle anlatılmıyordu bu – der diğerleri.

Ve bunlar, bunlar bizim halkımızdır, Derviş Baba, bu insandır.



Nakşibendi Zikri

İdris Şah’ın The Way of The Sufi kitabından

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Haberlerde Türkiye


Neden haberlerde iyi şeyler görmek için illa ki bir diktatörlükte yaşamamız gerekiyor? Malezya ya da Tayland gibi ülkelerde gazete okuyunca sanki bütün kötü şeyler başka ülkelerde oluyormuş da burası yegane güvenli yermiş gibi görünüyor. Ama genelde bir haberin, özellikle de binbir haber arasından seçilen bir dünya haberinin, gazete sayfalarına girmesi için çoğu zaman cidden feci bir şey olması gerekiyor.

Dolayısıyla son iki yılda Güney Doğu Asya’da yayınlanan gazetelerden ve nadiren gördüğüm televizyondan aldığım memleket haberleri pek iç açıcı haberler olmadı.




İlk geldiğim günlerde Papa’nın İstanbul’u ziyaretinin “müslüman Türkler” tarafından nasıl protesto edildiği haberlerini gördüm. Daha sonra misyonerleri ve Hrant Dink’i öldürdüler. Ben farklı kültürlerin bir arada yaşamayı başardığı diyarlarda bu hoşgörü ortamının tadını çıkarırken, Türkiye’den gelen haberler bazı yurdum insanlarının ne kadar hoşgörüsüz, ne kadar monokültür düşkünü olduğunu gösteriyordu. Sonra bir ara kriz çıktı, AK Parti gider gibi oldu, yüreğime su serpildi ama seçim sonuçlarının Endonezya gazetelerinde nasıl kutlandığını görünce işin iyice boka sardığını kabul ettim. Bütün bunlar olurken güzel memleketim terör ve trafik kazası haberleriyle düzenli olarak gazetelerde boy göstermeye devam etti.


Şimdi Türkiye’de olmak nasıldır?” diye çok düşündüm,“herkes içi kararmış darbe bekliyor olmalı.” Gördüğü onca askeri darbe sayesinde sol tarafı felç edildiği için bugün islamcılıkla boğuşan ve buna bile sokağa çıkıp demokratik tepki göstermeye tırsan yurdum insanı çözümünü, bütün bunların nedeni olan darbede bulması ne garip bir çelişkiydi. Kökten dincilerle kökten laiklerin birbirlerine girip ortalığın iyice karıştığı haberleri de sık sık haberlerde görünür oldu son zamanlarda. Dinibütün kızları üniversitede okutmamak için ellerinden geleni yapan sözde laiklerle, dünya çapında yükselen islamcılık rüzgarıyla yelkenlerini doldurup görülmemiş bir çoğunlukla anayasayı bile değiştiren islamcı AK Parti tayfası arasında çıkan ve kendine demokratik diyip ciddiye alınmayı uman hiçbir ülkede görülmemiş bu acayip mücadele içinde halkın son “umudu” darbe girişimi de nihayet hapse tıkılmıştı.


Avrupa futbol kupası yapılırken Filipinler’de olduğum ve bu ülkede futbola gösterilen ilgi Türkiye’de beyzbola görterilen ilgi kadar olduğu için memleketimden gelmesi muhtemel yegane güzel haberleri de iş işten geçtikten sonra interneetten aldım. Üstelik o zaman bile çevremdekilere böbürlenemedim (ne diyecektim? “futbol diye bir oyun var, yok ragbi değil, topa yalnızca ayakla vuruyorlar, dünyada çok popüler...”)


İşin geyik tarafı bir yana insan uzakta olup da çok az haber alınca her haber çok önemli görünüyor. Mesela gazetede “Türkiye ordusu Irak Kürdistan’ına girdi” haberini okuduğumda ben de uzaklardaki birçokları gibi “bunlar şimdi girdiler mi çıkmazlar, kesin kafalarında Musul ve Kerkük’ü ‘geri almak’ vardır, bu savaş büyür şimdi” diye düşünmüştüm ama gerçeğin yine eskisinden farklı olmadığı kısa zamanda ortaya çıktı. Her zaman olduğu gibi yine birileri Türkiye’nin kanını emmek için asla kazanamayacağı ve kaybedemeyeceği bir savaşla uğraşması için ellerinden geleni yapıyordu.


Bu haberler uluslararası basında çıktıkça bunlarla ilgili bir dolu soruya cevap vermek zorunda kalıyorum. Bana “Türkiye böyle mi, yoksa şöyle mi?” diye sorduklarında acaba Türkiye’nin nasıl olduğunu düşündüğümü mü, nasıl olmasını dilediğimi mi yoksa genelde nasıl görüldüğünü mü anlatayım bilemiyorum. Mesela Malezya’da “müslümanlar Türkiye’yi Atatürk’ün yaptıklarından kurtaracaklar mı?” gibi bir soru aldığımda acaba kısa kesip “öyle görünüyor” mu diyeyim, “yok, muhtemelen islamcılarla kökten laikler birbirlerini yedikten sonra ortalık sakinleşir” diyip daha bir dolu soruya mı maruz kalayım, yoksa “inşallah öyle olur” diyip soruyu soranın tarafını mı tutayım bilemiyorum. Ama bunların hiç önemi yok.



Bugünün dünya haberlerinde Türkiye orman yangınlarıyla boy gösteriyor. Isınan dünyanın yeni haritasına bakınca Türkiye’nin topun ağzındaki ilk ülkelerden biri olduğunu görmek üzücü. Ne yaparsak yapalım 20-30 yıl içinde Anadolu’nun büyük bir kısmı çölleşmiş olacak. Olacaklara hazır mıyız acaba? Hiç sanmıyorum; kimse hazır görünmüyor.


Bir ülkeyi uzaktan, gazetelere ve haber bültenlerine sızan haberlerle tanımaya çalışanların yerinde bir izlenim edinmeleri imkansız. Yollara düşmeden önce ben de Yunanistan’ı Türk düşmanlarıyla dolu, Hindistan’ı muson yağmurları yüzünden herkesin korku içinde yaşadığı, Malezya’yı aşırı müslümanlığın pençesi içinde, Filipinleri de zevk düşkünü diktatörlerin kontrolünde bir ülke sanıyordum. Dolayısıyla Türkiye’yi haberlerden tanıyanların da, Doğu’da mı Batı’da mı olduğu belli olmayan bu ülkenin, kurucusunun zorla ama başarısız bir şekilde değiştirmeye çalıştığı, misyonerleri ve Ermenileri öldüren hoşgörüsüz müslüman halkının hem kendi azınlıklarını asimile etmeye çalıştığı hem de civar ülkeleri işgal etmek istedikleri ve yaptıkları yegane iyi şeyin uluslararası turnuvalarda iyi futbol oynamak olduğu sonucunu çıkarmaları o kadar da şaşırtıcı bir şey değil.


Özetle, demek istediğim şu ki, uzaktan bakınca herşey bambaşka görünüyor. Bir yeri tanımak için kalkıp oraya gitmek gerektiği gibi, uzaktan nasıl göründüğümüzü anlamak için de alıştığımız bakış açısını bir süre için terk etmemiz gerekiyor. Bunu yapamadığımız sürece yaşadığımız yalan dünyanın yalanlarına kurban gitmeye devam edeceğiz. Çok gezenin bildiği de budur.