Dünya memleket geyikleri

22 Kasım 2008 Cumartesi

Dikkat, karamsar günümdeyim...

Bugünlerde yeniden yollara dökülmek üzereyim ve önümdeki 6-7 ayın planlarını yapmaya çalışıyorum. Bu sürenin sonunda da artık Türkiye’ye gitme zamanımın geleceğinin farkındayım. Tıpkı abim askere gittiğinde her yerde askerler gördüğüm, babam kalp ameliyatı geçirdiğinde bütün gazetelerin kalp hastalıklarıyla ilgili yazılarla dolduğu gibi, son zamanlarda sanki her yerde Türkiye’nin adı geçiyor.


Filipinler’de gerçekten bilmiyorlar Türkiye’nin nerede olduğunu, nasıl olduğunu, tek bildikleri Yılmaz Bektaş. Ama bu ay bir değişiklik yaptım, odama TV kiraladım ve haberleri falan izledikçe sürekli Türkiye’yi duyuyorum. Ve soruyorum kendime “Türkiye’ye gitmek istiyor muyum?” diye.

Dün internetten birkaç makale indirdim Türkiye’yle ilgili, yarısı Türkiye kaynaklı. Bu sabah da BBC’de Türkiye’de demokratikleşmeyle ilgili bir belgesel izledim. Sanki dünya değişirken kafalarını kuma gömmek ve zamana direnmek isteyen bütün insanlar orada toplanmışlar. Türkiye’nin gelişmeye bu kadar kapalı olması beni düşündürüyor.

Türkiye tabularla dolu bir ülke. Konuşulamayacak bu kadar çok konunun olup da kendine hala demokrasi diyebilen bir başka ülke var mı acaba. Türkiye’de asker, Atatürk, din, Kürdistan, soykırım ve kimbilir daha neler hakkında konuşmak ya yasak ya da sosyal tabu. Türkiye’de misyonerler, ateistler ya da etnik azınlıklar öldürülünce ya da şiddetli baskı altına alınınca halk bunu onaylayabiliyor. Türk halkı hala kendini müslüman sanıyor, ama bunu neye yoracağı konusunda 80 yıldır yaşadığı kafa karışıklığından da kurtulabilmiş değil. Türkiye hala milliyetçilik zehirini soluyor, Türk olmak, Kürt olmak, millet, milliyet uğruna savaşmak gibi çoktan tarih sayfalarında kaybolmuş olması gereken kavramların altnda boğuluyor. Türkiye'de insanları belli bir şekilde giyinmeye zorlamanın adı laiklik, etnik ve dini azınlıkları tanımamanın adı bütünlüğü korumak, militarizmin adı demokrasiyi korumak, barış yanlısı olmak da teröristlik. Türkiye insanı darbelerle, yani dayakla halk olmaya alıştırılmış olmasına rağmen hala askerlerden medet umabiliyor. Türkiye hala ne Ermenilerden özür dileyebiliyor ne Kürdistan’a yaşam enerjisi vermeye yanaşıyor. Türkiye onu bir arada tutmayı en çok istediğini söyleyen milliyetçiler, askerler ve sıradan insanlar tarafından bölünüyor. Türkiye uluslararası ilişkilerini gerçeklerle değil şantajlarla falan yürütüyor. Türk insanı da sindirildiği için ayağa kalkıp sokağa çıkmaya tırsıyor, 5 yılda bir oy verince demokrasi olacağını, birşeylerin değişeceğini sanıyor. Türkiye bir polis cumhuriyeti, hala sivilleşemiyor. Türkiye hala ABD’yi takip ediyor, hala...

Tabi oraya gidince ben de bütün bunlarla benim hiç alakam yokmuş ve sanki bunlardan etkilenmiyormuşum ve bunları değiştirmek için hiçbirşey yapamazmışım gibi davranacağım. Ağzımı açtığımda, ülkeyi ileri götürmeye çalışan herkesin öldürüldüğü hatırlatılacak bana. Gemi iyice batana kadar depodaki peynirin tadını çıkaracağım arkadaşlarla.

Bazen “Türkiyeli olmasaydım Türkiye’de yaşayabilirdim” diyorum. Bugün bunu çok güçlü hissediyorum. Ben böyle bir şeyim, kendimi tümüyle apolitik, yarı kör, yarı sağır biri haline getiremiyorum. Türkiye benim memleketim olmayı reddediyor. Türkiye’de bir kişi ileri giden bir adım attığında 10 kişi ona bunun tehlikeli olduğunu söylüyor, 15 kişi de onu durdurmaya çalışıyor. Orada yaşayabilmem için bir ışık görmem gerekiyor ama sanki gün geçtikçe herşey daha da kararıyor. Benim gibi hissettiği için çoktan başka limanlara yelken açmış dünya kadar Türkiyeli olduğunu düşününce.........

Ama tabi ki hep dönüp dolaşıp Türkiye’den geçeceğim. Türkiye dünyanın en güzel coğrafyalarından biri ve herşeye rağmen özgürce gidip gezebildiğim için şanslıyım... Özgürce mi dedim?...

İlk kez bu kadar uzun süre Türkiye dışında kalıyorum ve dönünce beni bekleyen kültür şokuna nasıl hazır olurum bilmiyorum ama belki de şok yemek iyi olur, tembellik edip oturduğum yerde kalmam. Çok şükür çıkış planım da var, havalar soğmadan bana müsaade.

Bu da böyle bir beyin dökümü oldu...

2 Kasım 2008 Pazar

İç Mihrak


Bu ismi Türkiye’deyken duymuştum ama yeni çalışmalarından haberim yoktu. Ta ki şans eseri Blogspot’taki sayfalarına denk gelene kadar. Anarşizmin mizah ve görsel sanatla birleşiminin en güzel örneklerini veren sitedeki afiş, çıkartma ve diğer medya herkesin kullanımına açık. Sitede İç Mihrak’ın ne olduğu şu cümlelerle anlatılıyor:

İç-mihrak nedir, ne değildir?

İç-mihrak, kimin girip çıktığı belli olmadığı için komşuları rahatsız eden bir proje-konuttur. Üyelerinin sayısı, kompozisyonu ve iç dünyaları sıklıkla değişir ama kolektif kültür-bozumu atölyesinden yükselen kahkaha gürültüsü değişmeden kalır. İç-mihrak çoğunlukla çıkartmalarla çalışsa da, sokakta dirlik ve düzeni bozacak her yönteme açıktır. İç-mihrak’ın yakıtı, resmî ve popüler kültür fragmanları (ikonlar, ikonik kişiler, sloganlar, özlü sözler, içli sözler, çağdaş ve geleneksel değerler, inanç evrenleri vs.), ürünü ise sıklıkla mide kramplarının eşlik ettiği ve suçluluk duygusu tonu yüksek, kontrolsüz gülmeyle tanımlı öfori halidir. İç-mihrak sizi klişelerden kurtarmaz, size içine gömüleceğiniz yeni klişe dünyaları inşa eder. İç-mihrak içinizi rahatlatmaz, sizi sürekli bir gerginlik ve uyarılmışlık halinde tutmayı arzular. İç-mihrak size doğru yolu göstermez, size sadece yürümekten bıktıracak kadar çok alternatif rotanın var olduğunu ispatlar. İç-mihrak dil’i sever, ne resmiyet dilinin ufkuna hapistir, ne de sokak dilini mihrap kabul eder; O bütün dillerle sevişir, hepsinden gayrı meşru çocuklar doğurur. İç-mihrak’ın yöneticisi, moderatörü, küratörü yoktur; özgür çağrışımla işler; kendi dışındaki yöneticileri hiç sevmez, sevene de iyi gözle bakmaz. iç-mihrak padişahları hâl etmez, padişahların salt/sanatlarına son verip onları madara etmeyi tercih eder. İç-mihrak sür'ati sever, hızı resmî ve geleneksel klişe makinesininkinden sadece foto-finişle ayırt edilebilir. İç-mihrak nöronlarınız üzerinde çalışır; en evcimen umutlarınızla, en kutsal değerlerinizle, en insanî hislerinizle arlanmadan alay eder.