Dünya memleket geyikleri

21 Aralık 2008 Pazar

Pasaportu n’apmalı?

Pasaportların da sınırlar, devletler, para ve diğer kandırmacalar gibi gün gelip ortadan kalkacağını biliyorum ama bugün yeryüzünde attığım her adımda bir insan değil de bir ülkenin uzantısı olarak görülmeme yol açan bu saçma defterin egemenliğinden kurtulamıyorum. Şükür en azından bir pasaportum var da bazı sınırları geçebiliyorum ama bu da bütün diğer pasaportlar gibi beni bir devletin malı yapıyor, bu malı da her yer kabul etmiyor.


16 yaşımda Avrupa’da Interrail turu yaptığımda yalnızca iki vize almam gerekmişti. Benzer bir turu yalnızca üç yıl sonra yaptığımda bu sayı beşe çıkmıştı ve en azından bir elçilikteki mülakat sonunda sinirimden oturup ağlamıştım. Yıllar sonra Kanada’ya vize başvurum hesapta “maddi durumum yeterli bulunmadığı için” reddedilince bir daha böyle ikinci sınıf insan muamelesi görmeye katlanmayacağıma ve böyle kibirli Batı ülkelerine gitmemeye karar verdim. Kocaman Asya vardı önümde.

Diğer birçok pasaporta zorluk çıkartan İran’a elimi kolumu sallayarak girmenin, Hindistan elçiliğine parasını verip 6 ay vize almanın keyfine diyecek yoktu. Güney Doğu Asya’da ise Türkiye öyle uzak bir ülkeydi, ne buralara göçmüş yüzbinlerce Türkiyeli’den bıkmışlardı ne de başka bir politik dertleri vardı Türkiye’yle. Ta ki Çin olimpiyatlar nedeniyle Türkiye’yi ait olduğu şüpheli bir bohçaya tıkana kadar.

Geçen yıl Çin’e gitmeden önce Bangkok’daki elçiliği ziyaret edip, bir form doldurup parasını ödedikten 4 gün sonra iki aylık vizemi almıştım. Üstelik bu vize Çin’deyken 6 aya kadar uzatılabiliyordu. Ama geçen Mayıs, uçak biletimi alacağım gün, olimpiyatlar sırasında asayişi korumak bahanesiyle vize yönetmeliğini değiştirdiler. Yeni kurallara göre vizeye başvurmak için gidiş dönüş uçak bileti ve otel rezervasyonu göstermek gerekiyordu. Tabi ki bunun gibi belgelerin sahtelerini yapmak Bangkok’ta isteyene pilot brövesi bile veren seyahat acentaları için çocuk oyuncağıydı. Gel gör ki bir de ek kurallar vardı ve bunlardan biri Asya ülkelerinin vatandaşlarının Çin vizesi başvurularını ancak kendi ülkelerinden yapabilecekleri yönündeydi. Ve bu kez Türkiye bir Asya ülkesiydi.

Olimpiyatlardan sonra Çin eski yasalara döndü ve yine kolayca vize vermeye başladı ama benim için iş işten geçmşti. Bu kez Tayvan’a gitmek istedim. Onların da uçak bileti ve otel rezervasyonu ya da davetiye istediklerini bildiğim için bunları hazırlamıştım. Günler süren çabalarım sonucunda robot telesekreter yerine kanlı canlı bir insanla konuşabileceğim bir elçilik numarası da buldum ve sorumu sordum “Türkiye pasaportuna vize vermek için koşullarınız nedir?” Yaklaşık on dakika beklemede tutulduktan sonra aldığım cevap “Türkiye’de konsolosluğumuz var, eğer Malezya’da çalışma vizeniz yoksa gidip Türkiye’den almanız gerekiyor. Burada size vize veremeyiz.” Çin’in resmi adı Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan’ın resmi adı Çin Cumhuriyeti ve bunlardan ilki anti-demokratik ve kapalı olmasıyla biliniyor, ikincisi ise bölgede önde gelen oturmuş demokrasilerden biri hesapta. Ama bu demokrasi Çin Cumhuriyeti vatandaşları için geçerli, benim gibi Türkiye pasaportuyla gezmek zorunda olanları kapsamıyor anlaşılan.

Bunun üstüne de “Tayland’a gidip meditasyon inzivasına girmek paklar beni” diye düşündüğüm sırada, sınırda verdikleri kalış iznini bir aydan 15 güne indirdiklerini öğrenince iyice keyfim kaçtı. Nedir derdiniz kardeşim? Kafanıza göre devletler kurup orduları dikmişsiniz sözde sınırlara, insanların ordan oraya gitmesine izin vermiyorsunuz, kuşlar, köpekler, maymunlar geçiyor da insanlar geçemiyor. Bunun bir anlamı olabilir mi?

Bugün tamamen kandırmacayla dolu bir dünyada yaşıyoruz ve çoğu zaman bu kandırmacalara inanarak onları kuvvetlendiriyoruz. Ama çok yakında devletlerin de, sınırların da, paranın da, pasaportun da sonu gelecek ve hepimiz yeniden bitkiler gibi, hayvanlar gibi kardeş olduğumuzu hatırlayacağız. Gözümüze inen perdeler yakında kalkacak ve çıplak olduğumuzdan utanç duymayacağız. Yakında geçmişimize bakıp millet, devlet, din, para gibi yanılsamalarla ne kadar zaman kaybettiğimizi görecek ve bunlardan hızla uzaklaşacağız. Uygar dünyanın doğacağı bu gün hızla yaklaşıyor.

Yasalar ahlağın üstünde değil. Eğer bir yasaya bariz bir şekilde adaletsizse ya da yanlışsa ve yasal yollardan ona karşı koymak mümkün değilse, doğru olan bu yasaya uymamaktır. Hayat kurtarmak için hız sınırını aşmak, açlıktan ölmek yerine yiyecek çalmak gayet doğal ve doğrudur. Sonuçlarını gözönünde tutup açık açık yasaları çiğnemek yerine bunların çevresinden dolanmak kabul edilebilir ama toplumsal gelişimin önünü tıkayan, dünyada huzur ve barışın gerçekleşmesini engelleyen yasalar olduğu sürece, bunları geçersiz kılmak hepimizin sorumluluğudur. İşte yakında gerçekleşecek olan da budur.

2 Aralık 2008 Salı

Malezya’nın Neyi Var?


Dönüp dolaşıp tekrar benim kürkçü dükkanı Malezya’ya geldim. Büyük şehirleri pek sevmememe rağmen Kuala Lumpur’a (KL) vardığımda ruhumun yükseldiğini hissettim. Yeniden bildik bir yerde olmanın rahatlığı değil, Malezya’nın bambaşka bir enerjisi var. Nasıl anlatayım nereden başlayayım bilmiyorum.

Aslında esas düşüncelerimi yine seyahat bloğuma yazacağım (icouldiwilltravels.blogspot.com) ama beni bu ülkeye bağlayan bazı şeyleri burada da paylaşmak istedim (dahası bugünlerde yazmaya yoğunlaşmak istiyorum ve Türkçe yazma pratiği yapmam lazım.)

Malezya çok-kültürlü bir ülke. Türkiye’de nedense hep “Malezya’da gericiler şunu yaptılar, buu yasakladılar” gibi haberlerle adı geçiyor ama burada müslümanlar çok ağır bir çoğunluk oluşturmuyorlar. Oldukça büyük bir Çinli nüfus var ve büyük yatırımların çoğu onlara ait, yani toplumun üst tabakalarını oluşturuyorlar. Bir hayli de Hintli var ama onlar da tam tersi kimsenin yapmak istemediği işleri yapan alt tabakayı oluşturduklarından biraz sıkıntılılar. Geriye kalan Malayların büyük çoğunluğu müslüman ama bütün ülkeye müslümanlığı dayatmak gibi bir çaba içinde değiller.

Dünyanın en uzun köprülerinden biri 14 km ile Penang Bridge

Malezya oldukça modern bir ülke; dünyanın en yüksek ikiz kulelerine, dünyanın en uzun köprülerine, hatta bir uzay programına falan sahip. Petrol ve palmiye yağı zengini olmuş ve teknolojik araştırma, geliştirme ve üretime öncelik tanıyan bir ülke. KL’deki Türk Konsolosluğuna gittiğimde, gelecek sene değişecek çipli pasaportlarımızın çiplerinin Malezya’da üretildiğini öğrendim. Yakın geçmişte Malezya’nın gelişmesindeki önemli isimlerden biri Mahatir Muhammed. Amerikan emperyalizmine boyun eğmeyi reddeden tavrıyla Asya’nın Hugo Chavez’i olmuş ve IMF’yi falan reddederek ülkeyi ekonmik krizlerden korumuş eşine az rastlanır bir lider. Ama o da sonuçta politikacı olduğu için yolsuzluklar yapmış ve en yakınındakiler tarafından devrilmiş. Dahası aynen Türkiye’deki gibi, karşısına Amerika destekli popülist ve nereden geliyorsa zengin müslümanları dikmişler. Muhammedin devrilmesinde dincilerin etkisi büyük ama zaman içinde balonları büyük ölçüde patlamış (Türkiye’dekinden daha önce gelmişler iktidara, dolayısıyla bizim birkaç yıl daha beklememiz gerekebilir, eğer benzer bir uyanma umuyorsak). Gelir gelmez Terengganu’da şeriat uygulamaya başlayıp, başkent Kota Baru’daki parklarda kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı banklar, ayrı otobüsler falan koymuşlar ama duyduğum kadarıyla 10 yıl içinde ne bu otobüsler kalmış ne de bankların üstünde yazanı takan kimse.

Haydi Malezya, KL'de milli uzay programının dev tanıtım afişi

Malezya da Türkiye gibi sözde bir demokrasi. Basın özgürlüğü yok ve seçim yasaları neredeyse Türkiye’deki kadar demokratik seçime el vermeyecek kadar bozuk. Yine de kurulduğundan beri Türkiye’deki gibi hasta edici korkulara kapılmayıp eyalet sistemini benimsemişler; geleneksel yerel krallık sistemini de bir ölçüde korumuşlar (Malezya dünyadaki tek dönüşümlü krallık sistemini uyguluyor, her eyaletin kralı 5 yıl süreyle ülkenin kralı oluyor ama kralın işlevi oldukça sembolik). Merkezi bir hükümet var ama her eyaletin (13 tane sanırım) kendi meclisi, başbakanı falan da var. Bu yerel gelişmeyi desteklemek ve yerel halkın isteklerini karşılamak için başarılı görünen bir sistem. Mesela halkının çoğunluğunu Çinlilerin oluşturduğu Penang eyaletinin hükümeti çoğunlukla Çinlilerden oluşurken, koyu dinci ve neredeyse tamamen müslüman Kelantan eyaletinde müslüman hükümet şeriat yasalarını uyguluyor (yalnızca müslümanlar için). Şeriat tabi ki çok berbat birşey ama en azından (ne yazık ki yine “Türkiye’deki gibi” diyeceğim) “çoğunluk müslüman Malay, gerisini tanımayız” demiyorlar.

Çinliler Çince eğitim veren kendi okullarına gidiyorlar, Hintliler Tamil dilindeki gazeteleri okuyorlar, her gün yeni budist merkezler, kiliseler falan açılıyor. Kimse de “bunlar vatanı bölecekler, herkes aynı dili konuşsun, okullarda her sabah ‘Malay’ım, doğruyum’ diye zorla yemin etsin, misyonerleri de asalım keselim, Alevilere kendi tapınaklarını yapmalarını yasaklayalım” demiyor. Yani uzaktan baskıcı görünen Malezya bile toplumsal uyumu sağlamak için herkese yaşam alanı tanıyor, bizdeki gibi sesini çıkaranı boğmuyor.

Şehir merkezlerinde minicik etekler giyen Çinli kızlar devlet dairelerinde türbanlarıyla çalışan müslüman kadınlarla geçimsizlik yaşamıyorlar. Kimse “burası laik ülke” diyip insanların türbanlarını çıkarmaya zorlamıyor. Müslümanlar da neredeyse bütün halkını oluşturdukları ve şeriat uygulanan iki eyalet dışında insanların giyimine kuşamına ses çıkarmıyorlar.

Tabi ki bütün dünyada hız kazanan dincilik burada da etkisini gösteriyor. Eskiye göre daha fazla türbanlı kadın var ortalıkta ama kara çarşaflıların büyük çoğunluğu Araplar ve bir kadının türban takması modern bir yaşam sürmesini, streç kot giymesini falan engellemiyor genelde. Yine de büyük şehirlerde istanbul’daki kadar göze çarpmıyor gericiler. Bir yandan da her toplumun kendi örgütleri var ve müslümanların da Fetva Konseyi ve Helal Kurulu gibi örgütleri var. Fetva konseyi yerel ve merkezi hükümetlere tasiyede bulunuyor. Mesela son numarası müslümanların yoga okullarına gitmesinin cazip olmadığını duyurmak oldu ama merkezi hükümet henüz bunu kabul etmedi. Ama meditasyon merkezlerinde “müslümanlar giremez” ya da loto dükkanlarında “müslümanlar oynayamaz” gibi uyarılarla karşılaşılabiliyor. Helal Kurulu da hangi yiyeceklerin müslümanlar çin uygun olup olamdığına karar veriyor ve bütün helal yiyeceklerin ambalajlarına küçük bir helal logosu basılıyor. Bazen Çin lokantalarında “non-halal” gibi uyarılar koyuyorlar. Burada aldığım bir müslüman şapkasını giydiğim bir gün sokakta karides ısmarladığımda bana “sorry, it’s non-halal” dediklerinde çok gülmüştüm. Karidesin non-halal olduğunu biliyor muydunuz?

İşte beni Malezya’da evimde hissettiren şey bu çok-kültürlülük ve hoşgörü ortamı. Bulunduğum 30 küsür ülkenin hiçbirinde (Türkiye dahil) buradaki gibi kabul görmedim. Özellikle Penang’da çok belirgin bir çoğunluk yok ve kimse herşey üzerinde hak iddia etmiyor. Dolayısıyla bir yabancı da turist gibi davranmadığı sürece bir Malezyalı’nın gördüğü muammeleyi görüyor. Özellikle bütün yabancılara kar amaçlı sağılacak inek gözüyle bakıldığı (ve buna karşılık yabancıların dev bir otel olarak gördükleri) Tayland’dan sonra Malezya insana derin bir nefes aldırıyor.

Tabi bunun yanısıra Malezya’da çoğunluğun güzel İngilizce konuşmasının da etkisi var. Çinliler genelde Malayca öğrenmeyi reddettiklerinden Malaylarla İngilizce anlaşıyorlar. Farklı kültürlerin bir arada yaşamasının bir diğer olumlu etkisi yemek çeşitliliği. Malezya’da yemek kültürü çok gelişkin ve çok çeşitli. Hemen her yerde Malay ve Çin yemekleri ve çoğu zaman bunların yanında Hint ve Batı mutfakları bulmak mümkün. Zaman bunları birbirine karıştırıp Nyonya mutfağı gibi çok özel tatlar da oluşturmuş. Bildiğim kadarıyla Lonely Planet seyahat rehberinde ülke çapında “yemek turları”na yer verilen yegane ülke de burası. Dolayısıyla benim gibi 6-7 ay buralarda kalınınca 10 kilo falan alınıyor.

Penang akşam pazarında lok-lok'cu, kendin haşla, kendin ye

Malezya doğası ya da tarihi için görülecek bir ülke değil. Benzer doğal ve tarihi güzellikler çevre ülkelerde de fazlasıyla mevcut. Ama toplumsal uzlaşının nasıl yaşadığını görmek için özellikle Türkiyelilerin gelip görmeleri gereken nadir bir ülke.

_______________________

Bu arada Türkiye’nin de dünya kadar övülecek yanı olduğunun farkındayım. Burada verdiğim örnekler daha ziyade farklı kültürlere bakarak düzeltebileceğimiz aksak yönlerimizle ilgili. Aksamayan kısımlarımıza değinmenin gereğini görmediğim için Türkiye’yi kötülediğim düşünülsün istemem. Mesela Türkiye’de hoşgörü diye bir şey yoksa da yemekler konusunda Malezya’yla rahat rahat yarışır. Hapiste yatan, ceza yiyen daha fazla gazetecimiz olsa da, farklı fikirlerin tartışıldığı basın organlarımızın olması da su götürmez bir avantaj. Demek istediğim şey at gözlüklerimizi çıkarıp çevremize baktığımızda birbirimizden öğrenecek çok şeyimiz olduğu.

.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Dikkat, karamsar günümdeyim...

Bugünlerde yeniden yollara dökülmek üzereyim ve önümdeki 6-7 ayın planlarını yapmaya çalışıyorum. Bu sürenin sonunda da artık Türkiye’ye gitme zamanımın geleceğinin farkındayım. Tıpkı abim askere gittiğinde her yerde askerler gördüğüm, babam kalp ameliyatı geçirdiğinde bütün gazetelerin kalp hastalıklarıyla ilgili yazılarla dolduğu gibi, son zamanlarda sanki her yerde Türkiye’nin adı geçiyor.


Filipinler’de gerçekten bilmiyorlar Türkiye’nin nerede olduğunu, nasıl olduğunu, tek bildikleri Yılmaz Bektaş. Ama bu ay bir değişiklik yaptım, odama TV kiraladım ve haberleri falan izledikçe sürekli Türkiye’yi duyuyorum. Ve soruyorum kendime “Türkiye’ye gitmek istiyor muyum?” diye.

Dün internetten birkaç makale indirdim Türkiye’yle ilgili, yarısı Türkiye kaynaklı. Bu sabah da BBC’de Türkiye’de demokratikleşmeyle ilgili bir belgesel izledim. Sanki dünya değişirken kafalarını kuma gömmek ve zamana direnmek isteyen bütün insanlar orada toplanmışlar. Türkiye’nin gelişmeye bu kadar kapalı olması beni düşündürüyor.

Türkiye tabularla dolu bir ülke. Konuşulamayacak bu kadar çok konunun olup da kendine hala demokrasi diyebilen bir başka ülke var mı acaba. Türkiye’de asker, Atatürk, din, Kürdistan, soykırım ve kimbilir daha neler hakkında konuşmak ya yasak ya da sosyal tabu. Türkiye’de misyonerler, ateistler ya da etnik azınlıklar öldürülünce ya da şiddetli baskı altına alınınca halk bunu onaylayabiliyor. Türk halkı hala kendini müslüman sanıyor, ama bunu neye yoracağı konusunda 80 yıldır yaşadığı kafa karışıklığından da kurtulabilmiş değil. Türkiye hala milliyetçilik zehirini soluyor, Türk olmak, Kürt olmak, millet, milliyet uğruna savaşmak gibi çoktan tarih sayfalarında kaybolmuş olması gereken kavramların altnda boğuluyor. Türkiye'de insanları belli bir şekilde giyinmeye zorlamanın adı laiklik, etnik ve dini azınlıkları tanımamanın adı bütünlüğü korumak, militarizmin adı demokrasiyi korumak, barış yanlısı olmak da teröristlik. Türkiye insanı darbelerle, yani dayakla halk olmaya alıştırılmış olmasına rağmen hala askerlerden medet umabiliyor. Türkiye hala ne Ermenilerden özür dileyebiliyor ne Kürdistan’a yaşam enerjisi vermeye yanaşıyor. Türkiye onu bir arada tutmayı en çok istediğini söyleyen milliyetçiler, askerler ve sıradan insanlar tarafından bölünüyor. Türkiye uluslararası ilişkilerini gerçeklerle değil şantajlarla falan yürütüyor. Türk insanı da sindirildiği için ayağa kalkıp sokağa çıkmaya tırsıyor, 5 yılda bir oy verince demokrasi olacağını, birşeylerin değişeceğini sanıyor. Türkiye bir polis cumhuriyeti, hala sivilleşemiyor. Türkiye hala ABD’yi takip ediyor, hala...

Tabi oraya gidince ben de bütün bunlarla benim hiç alakam yokmuş ve sanki bunlardan etkilenmiyormuşum ve bunları değiştirmek için hiçbirşey yapamazmışım gibi davranacağım. Ağzımı açtığımda, ülkeyi ileri götürmeye çalışan herkesin öldürüldüğü hatırlatılacak bana. Gemi iyice batana kadar depodaki peynirin tadını çıkaracağım arkadaşlarla.

Bazen “Türkiyeli olmasaydım Türkiye’de yaşayabilirdim” diyorum. Bugün bunu çok güçlü hissediyorum. Ben böyle bir şeyim, kendimi tümüyle apolitik, yarı kör, yarı sağır biri haline getiremiyorum. Türkiye benim memleketim olmayı reddediyor. Türkiye’de bir kişi ileri giden bir adım attığında 10 kişi ona bunun tehlikeli olduğunu söylüyor, 15 kişi de onu durdurmaya çalışıyor. Orada yaşayabilmem için bir ışık görmem gerekiyor ama sanki gün geçtikçe herşey daha da kararıyor. Benim gibi hissettiği için çoktan başka limanlara yelken açmış dünya kadar Türkiyeli olduğunu düşününce.........

Ama tabi ki hep dönüp dolaşıp Türkiye’den geçeceğim. Türkiye dünyanın en güzel coğrafyalarından biri ve herşeye rağmen özgürce gidip gezebildiğim için şanslıyım... Özgürce mi dedim?...

İlk kez bu kadar uzun süre Türkiye dışında kalıyorum ve dönünce beni bekleyen kültür şokuna nasıl hazır olurum bilmiyorum ama belki de şok yemek iyi olur, tembellik edip oturduğum yerde kalmam. Çok şükür çıkış planım da var, havalar soğmadan bana müsaade.

Bu da böyle bir beyin dökümü oldu...

2 Kasım 2008 Pazar

İç Mihrak


Bu ismi Türkiye’deyken duymuştum ama yeni çalışmalarından haberim yoktu. Ta ki şans eseri Blogspot’taki sayfalarına denk gelene kadar. Anarşizmin mizah ve görsel sanatla birleşiminin en güzel örneklerini veren sitedeki afiş, çıkartma ve diğer medya herkesin kullanımına açık. Sitede İç Mihrak’ın ne olduğu şu cümlelerle anlatılıyor:

İç-mihrak nedir, ne değildir?

İç-mihrak, kimin girip çıktığı belli olmadığı için komşuları rahatsız eden bir proje-konuttur. Üyelerinin sayısı, kompozisyonu ve iç dünyaları sıklıkla değişir ama kolektif kültür-bozumu atölyesinden yükselen kahkaha gürültüsü değişmeden kalır. İç-mihrak çoğunlukla çıkartmalarla çalışsa da, sokakta dirlik ve düzeni bozacak her yönteme açıktır. İç-mihrak’ın yakıtı, resmî ve popüler kültür fragmanları (ikonlar, ikonik kişiler, sloganlar, özlü sözler, içli sözler, çağdaş ve geleneksel değerler, inanç evrenleri vs.), ürünü ise sıklıkla mide kramplarının eşlik ettiği ve suçluluk duygusu tonu yüksek, kontrolsüz gülmeyle tanımlı öfori halidir. İç-mihrak sizi klişelerden kurtarmaz, size içine gömüleceğiniz yeni klişe dünyaları inşa eder. İç-mihrak içinizi rahatlatmaz, sizi sürekli bir gerginlik ve uyarılmışlık halinde tutmayı arzular. İç-mihrak size doğru yolu göstermez, size sadece yürümekten bıktıracak kadar çok alternatif rotanın var olduğunu ispatlar. İç-mihrak dil’i sever, ne resmiyet dilinin ufkuna hapistir, ne de sokak dilini mihrap kabul eder; O bütün dillerle sevişir, hepsinden gayrı meşru çocuklar doğurur. İç-mihrak’ın yöneticisi, moderatörü, küratörü yoktur; özgür çağrışımla işler; kendi dışındaki yöneticileri hiç sevmez, sevene de iyi gözle bakmaz. iç-mihrak padişahları hâl etmez, padişahların salt/sanatlarına son verip onları madara etmeyi tercih eder. İç-mihrak sür'ati sever, hızı resmî ve geleneksel klişe makinesininkinden sadece foto-finişle ayırt edilebilir. İç-mihrak nöronlarınız üzerinde çalışır; en evcimen umutlarınızla, en kutsal değerlerinizle, en insanî hislerinizle arlanmadan alay eder.














































































































































































24 Eylül 2008 Çarşamba

Türküm Doğruyum (zorla)

Türkiye'nin ne halde olduğunu anlatmak için kanıta ihtiyaç yok ama hala bazen ne kadar çağdışı, ne kadar köktenci uygulamalar olduğunu görmek beni üzüyor. Kökten laiklerle kökten dincilerin çekişmeleri üzerine yazdıklarımı buraya koymaktan son anda vazgeçmiştim ama bu kez kendimi tutmayacağım. Konu İstiklal Marşı gibi çoktandır değişmesi gereken, ama nedense değişen zamana direnen, Türkiye'nin ilerlemek istemediğinin kanıtı gibi hala her gün bütün ilkokullarda yankılanan Andımız'la ilgili. Hani Türk olsun olmasın bütün öğrencileri "Türküm doğruyum" diye yemin etmeye zorlayan o and. Bana ta o zaman da dokunuyordu şimdi de dokunuyor; bu kadar dikkafalı bir baskıcılık Türk olmayan vatandaşlarımızı büsbütün devlet düşmanına çevirmez mi diye. Belki de milliyetçilerin işine geliyordur bir içdüşman yaratmak, sonra milleti birleşip savaştırmak, Türk milletinin binlerce yıldır yaptığı gibi. İlerleme yok.

Aşağıdaki yazı 24 Eylül 2008 tarihli Taraf Gazetesi'nde Rana Şenol tarafından yazılan makaleden alıntıdır. Orjinal makale burada.


Amerika’da da Türkiye’deki gibi öğrenci ‘and’ı var. ABD’de bir veli ‘and’da geçen ‘Tanrı’ kelimesinin çıkarılması için açtığı davayı kazanırken; Türkiye’de ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ diye başlayıp ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ diye biten ‘and’ın kaldırılmasını ya da değiştirilmesini isteyen 42 öğretmen hakkında 6 aydan 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmış. ABD ile Türkiye’nin farkı da bu.

Geçenlerde okudum: ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ diye başlayıp ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ diye biten öğrenci andının kaldırılmasını ya da çağdaşlaştırılmasını isteyen 42 öğretmen hakkında 6 aydan 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmış! Türkiye Cumhuriyeti birçok etnik kimlikten oluşan bir ülke değil mi? Tek bir etnik kimliği öne çıkaran, herkesi bir cendereye sokarcasına o kimlik altında bağdaşık hale getirmeye çalışan bir andı çağdaşlaştırmakta ne sakınca olabilir? Baskın Oran, ‘Ulusunu tek bir etnik/dinsel birimden ibaret sayan ve bunun böyle olmadığını bildiği için de asimilasyondan ayrımcılığa kadar çeşitli baskılar uygulayan bu devlet türü, 1920’ler ve 30’larda kaçınılmazdı. Ülkeyi de dışa karşı koruyordu. Ama şimdi ona içte ve dışta korkunç zarar veriyor. Homojen ulus yaratacağım derken (...) bütün komşularıyla kavgalı, dışta silahlanan, içte durmadan düşman arayan, kronik huzursuz bir ülke yaratıyor’ derken ne kadar da haklı.

Türkiye’deki öğrenci andı ise eski Milli Eğitim bakanlarından Reşit Galip’in 23 Nisan 1933’te çocuklara yaptığı bir konuşmanın eseri. Reşit Galip, aynı gün Çankaya Köşkü’nü ziyareti sırasında ‘Çocuklara armağanım olsun’ diyerek metni Atatürk’e sunmuş. Milli Eğitim Bakanlığı, 10 Mayıs 1933’te, Talim Terbiye Kurulu’nun 101 sayılı kararı ile öğrenci andını uygulamaya koymuş ve öğrencilerin andı her gün tekrar etmelerini zorunlu kılmış. 1972 yılında metin değiştirilip ‘budunumu’ kelimesi ‘milletimi’ yapılmış ve ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ diye başlayan cümle ile en sonda yer alan ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ifadesi eklenmiş. 1997 yılına gelindiğinde ‘Andımız’ yeniden düzenlenerek bu günkü son halini almış. [Yani sanıldığı gibi andımız değişmez birşeydeğil.]
_________________________________

Yağmur Atsız Star gazetesinde yazdığı Riya Cumhuriyeti başlıklı yazıda bu konuya çok güzl değinmiş:

...

İki cezá dávásı, bir Roland Barthes: Faşizm söyleme memnûiyeti değil söyleme mecbûriyetidir!

Bakınız, anlama özürlü yurddaşlarım yine küplere binecek ama biri tutup kendi öyle hissetdiği, düşündüğü için ‘Varlığım Türk Varlığı’na armağan olsun!’ dese buna kimse karışamaz, şahsî görüşüdür. Ama aynı şeyi milyonlarca çocuğa zorla söyletdiniz mi onun adı faşizmdir.

Linkler: 1. makale, 2. makale, andımız, Talip Kurşun-Radikal, Korsansozluk, beyin yıkayıcılar, Ekşi Sözlük


24 Ağustos 2008 Pazar

Hindi Kompleksi

Ara sıra markette Türkiye’den ithal birşeyler bulmak iyi geliyor. Tutku bisküvisi ve Dona Elena zeytinyağının ardından dün markette Dimes meyvesularına rastladım. Portakal ve üzüm suyunu anladıysam da Filipinler’in neden Türkiye’den ananas suyu ithal ettiğini pek anlayabilmiş değilim. Hemen bir portakal suyu aldım ve garip bir açlıkla kutunun üstündeki Türkçe yazıları okudum. Ta ki en altta yazanı görene kadar: Made in Türkiye!!!

Madem ülkenin ismini Türkçe yazacaksın neden “Türkiye’de üretilmiştir” yazmıyorsun? Dünyaya ülkenin adının Türkçesini öğretmek, bunu yaparken de kendi alfabenden bir harfi de dayatmak hangi akla hizmettir? İspanyollar gelip “bize bundan sonra España diyeceksin ama önce o n’nin üstündeki dalgayı öğreneceksin” deseler neremizle gülerdik acaba!

En başından başlayalım. Nereden çıktı bu kompleks? Benim hatırladığım kadarıyla 1980’lerde Türkiye A milli futbol takımı İngiltere ile birkaç maç yaptı ve bu maçlar Türkiye aleyhine 6-0, 8-0 gibi yüz k9zartıcı skorlarla sonuçlanınca İngiliz gazeteleri gaza gelip “Turkey Hunt” (hindi avı) ve “Turkey on the run” (hindiler kaçışta) gibi manşetler attılar. O yıllarda futbolumuzu daha haysiyetli bir konuma taşımak zor gelmiş olacak ki bunun yerine daha kolay görünen (!) Türkiye’nin İngilizce adını değiştirme kampanyası başlatıldı. İlk başta bir hayli destek gördüyse de, zaman içinde bu kadar saçma bir şeyi kompleks haline getirmenin anlamsızlığı yavaş yavaş anlaşıldı da kampanya unutulur gibi oldu. Ama son zamanlarda birşeylerin değişmesi gerektiğini hissetmekle birlikte ciddi ciddi elini taşın altına koymaktan tırsan yurdum insanının bir kısmı, bu enerjisini yeniden hindi kompleksi üzerine yoğunlaştırmış görünüyor.

Peki bu salak İngilizler neden Türkiye’ye hindi diyorlar? Ya da gerçekten böyle mi? Tarihe biraz göz atmak gerekecek. Bazı gerçeklerle başlayalım.

Gerçek 1: Türkiye Türkiye olmadan, hindi Avrupa’ya adım atmadan yüzlerce yıl önce bile Türklerin yaşadığı yerlere İngilizce Turkey deniyordu.

Gerçek 2: Amerika’nın keşvinden önce İngiliz tüccarlar Turkey'den, adını bir türlü doğru telaffuz edemedikleri bir yabani kuş ithal ediyorlardı. Türklerin çulluk olarak bildikleri bu kuşa onlar “turkey bird” adını takmışlardı, yani Türkiye kuşu.

Gerçek 3: Amerika keşvedilip de tüccarlar yeni dünyadan tütün ve mısırın yanında, ilk yerleşimcileri açlıktan kırılmaktan kurtaran irice bir kuş getirdiklerinde, bunu büyük bir çulluğa benzeten İngilizler ona “big turkey bird” dediler (üstelik bu kuş Avrupa'ya girişini o zamanlar Türklerin elinde olan kuzey Afrika üzerinden yapmıştı). Ama o zamanlar Amerika’yı Hindistan’dan, Kızılderililer’i de Hintliler’den ayıramayan diğer bazı Avrupalılar ona Hintli adını taktılar. Böylece Türkiye vardığında bu kuşun adı Hindi oldu.

Şimdi biz “neden kartala değil de tavuğa benzeyen, uçmasını bile beceremeyen bu hantal kuşa ülkemizin adını verdiler” diye sitem edebilir miyiz? Hindi, diğer kuşlardan daha aşağılık bir kuş mudur? Kızılderili hayvan mitolojisinde hindi özveriyi simgeler. ABD’nin ilk yıllarında, ülkeye bir hayvan sembolü seçilirken o dönemin başkanı (emin değilim ama muhtemelen Lincoln) bu yeni ülkeyi simgelemeye en uygun hayvanın hindi olduğunu öne sürmüştür, çünkü hindi yeni dünyanın zenginliğini simgeler ve ilk yerleşimcilerin hayatta kalmasını sağlamıştır ve yabani olarak yalnızca Amerika’da bulunmaktadır. Ama bu kuşu yeterince agresif bulmadıklarından olacak, daha sonra kel kartalı seçmeye karar verirler. Yani hindi aşağılanacak değil övülecek bir hayvandır.

Peki ülkemizin yüzyıllardır kullanılan adını değiştirmeye hakkımız yok mu? Bence uluslararası turnuvalarda formaların üstüne Turkey yerine Türkiye yazmakta bir sakınca yok, birçok ülke bunu yapıyor zaten (mesela Yunanlar Hellas, İspanyollar España yazıyorlar). Ama ihraç malının üstüne geldiği yeri kendi dilinde yazmak cidden bizi gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Gerçekten böyle böyle İngilizce’yi değiştirebileceklerini düşünen insanlar mı var yoksa yalnızca ne kadar körlemesine milliyetçi olduklarını mı kanıtlamaya çalışıyorlar, anlamış değilim.

Kendimizi dışardan görmek için başka örneklere bakalım. Mesela hindiyle derdimiz yenilir bir kuş olmasından kaynaklanıyorsa, diyelim ki Mısırlılar gelip “bize bundan sonra El-Misr ya da Ejipt diyin” dediler, “adamlar amma kompleksli ha” diyip katıla katıla gülmez miyiz? (Ayrıca bir zamanlar turkey wheat olarak bilinen mısır, hasbel kader bugün Avrupa'da turkey diye anılıyor olabilirdi). Finlandiyalılar “İngilizce’de bize Finnish diyorsunuz, biz bitik miyiz? Bu hakarettir, değiştirin hemen” deseler binbir alaya konu olmazlar mı? Dahası Hintliler aynen hindi kompleksi yapıp “bundan sonra Hindistan yok, bizim Hintçe adımızı kullanacaksınız” deseler, bu ülkeye Baharat demek daha mı güzel gelecek? Ayrıca biz sırf gıcıklığına Yunanlarla ilgisi olmayan İyonya’da gelen Yunanistan adını Hellas ya da Greece olarak değiştirmeyi reddederken kim bizim hindi kompleksimizi dinler ki. Bunlara benzer dünya kadar örnek var. Özellikle hindi dünyanın bütün dillerinde bir başka ülkenin adıyla anılıyor, peru, habeş, hindi, turkey. Ayrıca derler ki gerçek İngiliz üst dudağını oynatmadan konuşan kişidir. Biz bunlara ‘ü’ sesini nasıl öğreteceğiz ki, Türkiye de yazsak yine Turkey diye okuyacaklar.

Facebook da bu kompleks üzerine kurulu birkaç tane grup var. Bazıları bu telaffuz sorununu farketmiş olacaklar ki “Türkiye yerine Turkland densin” falan diyorlar. Diyelim ki Turkland’i kabul ettirdik ama bir gün bu melun İngilizler Türkiye’den ithal ettikleri hamsiye ‘Turkland fish’ demeye başladılar, bu da zamanla Turkland oldu, o zaman da “yok biz hamsi miyiz? Yeniden değiştirelim” mi diyeceğiz?

Bu kampanyanın bu kadar uzaması ve ciddi kuruluşların ihraç malları aracılığıyla dünyaya duyurulması bizi komik duruma düşürmekten başka bir şeye yaramıyor. Hem o portakal suyunun nereden geldiğini anlamazlar (cidden bu uluslararası ticaret kurallarına aykırı değil mi acaba) hem de bizle dalga geçecek birşey daha bulmuş olurlar. Ezikliğimizin utancıyla kalırız.

Benim iki önerim var. Birincisi ülkenin yüzlerce yıllık ismini değiştirmek yerine Türk imajını düzeltmeye kafa yoralım. İngilizce’de turkey sözcüğü yalnızca hindi demek ama turk sözcüğü diğer anlamlarının yanısıra zalim acımasız erkek, ve barbar anlamlarına da geliyor. Bunu değiştirebilirsek belki olumlu birşey yapmış oluruz. İkinci önerim ise hindiyi milli kuşumuz ilan etmek. Bence bu kadar güzel ve eşine az rastlanır bir kuşla aynı adı taşıdığımız için gurur duymalıyız. Ayrıca bildiğim kadarıyla Türkiye’nin milli kuşu yok (aman kartal deyivermeyin). Hindi bunun için biçilmiş kaftan. Bayrağında bile hindi benzeri kuş olan ülkeler var. Belki İngilizcesini değiştirmek yerine Türkçesini “Türk kuşu” olarak değiştirebiliriz.

Biliyorum; yurdum insanından çok fazla mizah anlayışı ve alçakgönüllülük bekliyorum...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Hoşgeldin

Bugün ilk bloglarımı dünyaya duyurdum. Maya’nın motivasyonu sayesinde, ben de onun yaptığı gibi içimi dökmek için yazmaya karar verdim. İlk başta “yazmasına yazarım da kim gelip benim yazdığım blogları okur ki?” diye düşündüysem de, diğer blogcuları örnek alarak bunu boşverdim. Bu sanki bir not yazıp, şişeye koyup internet okyanusuna sallamaya benziyor. Bir gün sabırlı biri çıkıp herşeyi okuyabilir. Paylaşacak bir dolu hikaye var kafamda ve herşeyi gelişine ayrıntılandırmayı sevdiğimin de farkındayım (bazıları “lafı kısa kesme sorunum” olduğunu söyleyebilirler ama ben bunu sorun olarak görmek istemiyorum. Eskiden uzun mektuplar yazardım ve e-posta kullanmaya başlamam bunu pek değiştirmedi, hatta telefon mesajlarım bile bazen mektuba benziyor.)

Yaklaşık bir ay önce bu bloğu başlattım ve hala Türkçe yazarken blogun g’sini yumuşatacak mıyız yumuşatmayacak mıyız karar vermiş değilim. Bu sürede sık sık yeni postalar eklediysem de bunun her zaman yapmam pek mümkün değil zira yola düştüm mü internetten kopmak güzel geliyor. Son zamanlarda “uygarlığa” yakın bir yerde yarı yerleşik olmaktan faydalanmaya ve içimi iyice dökmeye karar verdim.

Yazdıklarımın içeriği beni tatmin eder etmez herkesi davet etmek niyetindeydim ama bu zamanın hiç gelmeyebileceğini farkederek daveti yapmaya karar verdim. Halihazırda yazdıklarımdan çok hoşnut değilim ama kabul etmeliyim ki blog yazmak benim için çok yeni birşey. Biraz adı ve yüzü olmayan iyi bir dosta mektup yazmaya benziyor. Ya da “sevgili günlük” diye başlayan bir defter tutup sonra bunu bütün dünyayla paylaşmak gibi. Çok garip bir his. Bir yandan da epeydir Türkçe konuşmadığım için dilimin dönmediğini farkediyorum. Sürç-ü lisan edersem affola. Tek dileğim paylaşmak istediklerimi okumaya sabrı olan birkaç güzel insana ulaşmaktır.

Son günlerde öğrendiğim bir diğer şey bloglarda sıranın ters olduğu, yani ilk yazılanın en sona yerleştirilir olması. Dolayısıyla hemen aşağıda gördüğün posta ilk yazdığım değil son yazdığım ve eğer baştan başlamak istersen ya sayfanın sonuna gitmen ya da yandaki postalar listesini kullanman gerekiyor. Eğer zahmet olmazsa ilk yazdığım bir kaç postayla başlayabilirsen çok sevinirim. Böylece blog biraz daha anlam kazanmış olur belki.

Yazdıklarımla ilgili ne düşündüğünü duymayı çok isterim; lütfen yazıların altındaki “yorum” linkine tıklayıp iki satır yaz aklına bir şey gelirse. Eğer yazdıklarım cidden hoşuna giderse ve yeni yazılarım bu sayfaya düşer düşmez haberdar olmak istersen yandaki “abone ol” bağlantısını kullanabilirsin (RSS).

Söylemesi ayıp, aslında esas bloğum bu değil. Bu yalnızca Türkçe yazıp biraz memleket geyiği çevirdiğim bir blog. Esas bloglarım gezilerim, iç yolculuğum ve Adem Havva durumlarıyla ilgili ve İngilizce. Onlardaki malzeme buradakinden daha zengin ve ilgini bekliyor.

Küçük paylaşı ağıma hoşgeldin...



Ama bu anlattığın eski bir hikaye – derler.

Ama hiç şüphesiz yeni bir hikaye bu anlattığın – der bazıları.

Bir daha anlat – derler;

Ya da, bir daha anlatma – der diğerleri.

Ama ben bütün bunları daha önce duymuştum – der bazıları;

Ya da, ama önceden böyle anlatılmıyordu bu – der diğerleri.

Ve bunlar, bunlar bizim halkımızdır, Derviş Baba, bu insandır.



Nakşibendi Zikri

İdris Şah’ın The Way of The Sufi kitabından

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Haberlerde Türkiye


Neden haberlerde iyi şeyler görmek için illa ki bir diktatörlükte yaşamamız gerekiyor? Malezya ya da Tayland gibi ülkelerde gazete okuyunca sanki bütün kötü şeyler başka ülkelerde oluyormuş da burası yegane güvenli yermiş gibi görünüyor. Ama genelde bir haberin, özellikle de binbir haber arasından seçilen bir dünya haberinin, gazete sayfalarına girmesi için çoğu zaman cidden feci bir şey olması gerekiyor.

Dolayısıyla son iki yılda Güney Doğu Asya’da yayınlanan gazetelerden ve nadiren gördüğüm televizyondan aldığım memleket haberleri pek iç açıcı haberler olmadı.




İlk geldiğim günlerde Papa’nın İstanbul’u ziyaretinin “müslüman Türkler” tarafından nasıl protesto edildiği haberlerini gördüm. Daha sonra misyonerleri ve Hrant Dink’i öldürdüler. Ben farklı kültürlerin bir arada yaşamayı başardığı diyarlarda bu hoşgörü ortamının tadını çıkarırken, Türkiye’den gelen haberler bazı yurdum insanlarının ne kadar hoşgörüsüz, ne kadar monokültür düşkünü olduğunu gösteriyordu. Sonra bir ara kriz çıktı, AK Parti gider gibi oldu, yüreğime su serpildi ama seçim sonuçlarının Endonezya gazetelerinde nasıl kutlandığını görünce işin iyice boka sardığını kabul ettim. Bütün bunlar olurken güzel memleketim terör ve trafik kazası haberleriyle düzenli olarak gazetelerde boy göstermeye devam etti.


Şimdi Türkiye’de olmak nasıldır?” diye çok düşündüm,“herkes içi kararmış darbe bekliyor olmalı.” Gördüğü onca askeri darbe sayesinde sol tarafı felç edildiği için bugün islamcılıkla boğuşan ve buna bile sokağa çıkıp demokratik tepki göstermeye tırsan yurdum insanı çözümünü, bütün bunların nedeni olan darbede bulması ne garip bir çelişkiydi. Kökten dincilerle kökten laiklerin birbirlerine girip ortalığın iyice karıştığı haberleri de sık sık haberlerde görünür oldu son zamanlarda. Dinibütün kızları üniversitede okutmamak için ellerinden geleni yapan sözde laiklerle, dünya çapında yükselen islamcılık rüzgarıyla yelkenlerini doldurup görülmemiş bir çoğunlukla anayasayı bile değiştiren islamcı AK Parti tayfası arasında çıkan ve kendine demokratik diyip ciddiye alınmayı uman hiçbir ülkede görülmemiş bu acayip mücadele içinde halkın son “umudu” darbe girişimi de nihayet hapse tıkılmıştı.


Avrupa futbol kupası yapılırken Filipinler’de olduğum ve bu ülkede futbola gösterilen ilgi Türkiye’de beyzbola görterilen ilgi kadar olduğu için memleketimden gelmesi muhtemel yegane güzel haberleri de iş işten geçtikten sonra interneetten aldım. Üstelik o zaman bile çevremdekilere böbürlenemedim (ne diyecektim? “futbol diye bir oyun var, yok ragbi değil, topa yalnızca ayakla vuruyorlar, dünyada çok popüler...”)


İşin geyik tarafı bir yana insan uzakta olup da çok az haber alınca her haber çok önemli görünüyor. Mesela gazetede “Türkiye ordusu Irak Kürdistan’ına girdi” haberini okuduğumda ben de uzaklardaki birçokları gibi “bunlar şimdi girdiler mi çıkmazlar, kesin kafalarında Musul ve Kerkük’ü ‘geri almak’ vardır, bu savaş büyür şimdi” diye düşünmüştüm ama gerçeğin yine eskisinden farklı olmadığı kısa zamanda ortaya çıktı. Her zaman olduğu gibi yine birileri Türkiye’nin kanını emmek için asla kazanamayacağı ve kaybedemeyeceği bir savaşla uğraşması için ellerinden geleni yapıyordu.


Bu haberler uluslararası basında çıktıkça bunlarla ilgili bir dolu soruya cevap vermek zorunda kalıyorum. Bana “Türkiye böyle mi, yoksa şöyle mi?” diye sorduklarında acaba Türkiye’nin nasıl olduğunu düşündüğümü mü, nasıl olmasını dilediğimi mi yoksa genelde nasıl görüldüğünü mü anlatayım bilemiyorum. Mesela Malezya’da “müslümanlar Türkiye’yi Atatürk’ün yaptıklarından kurtaracaklar mı?” gibi bir soru aldığımda acaba kısa kesip “öyle görünüyor” mu diyeyim, “yok, muhtemelen islamcılarla kökten laikler birbirlerini yedikten sonra ortalık sakinleşir” diyip daha bir dolu soruya mı maruz kalayım, yoksa “inşallah öyle olur” diyip soruyu soranın tarafını mı tutayım bilemiyorum. Ama bunların hiç önemi yok.



Bugünün dünya haberlerinde Türkiye orman yangınlarıyla boy gösteriyor. Isınan dünyanın yeni haritasına bakınca Türkiye’nin topun ağzındaki ilk ülkelerden biri olduğunu görmek üzücü. Ne yaparsak yapalım 20-30 yıl içinde Anadolu’nun büyük bir kısmı çölleşmiş olacak. Olacaklara hazır mıyız acaba? Hiç sanmıyorum; kimse hazır görünmüyor.


Bir ülkeyi uzaktan, gazetelere ve haber bültenlerine sızan haberlerle tanımaya çalışanların yerinde bir izlenim edinmeleri imkansız. Yollara düşmeden önce ben de Yunanistan’ı Türk düşmanlarıyla dolu, Hindistan’ı muson yağmurları yüzünden herkesin korku içinde yaşadığı, Malezya’yı aşırı müslümanlığın pençesi içinde, Filipinleri de zevk düşkünü diktatörlerin kontrolünde bir ülke sanıyordum. Dolayısıyla Türkiye’yi haberlerden tanıyanların da, Doğu’da mı Batı’da mı olduğu belli olmayan bu ülkenin, kurucusunun zorla ama başarısız bir şekilde değiştirmeye çalıştığı, misyonerleri ve Ermenileri öldüren hoşgörüsüz müslüman halkının hem kendi azınlıklarını asimile etmeye çalıştığı hem de civar ülkeleri işgal etmek istedikleri ve yaptıkları yegane iyi şeyin uluslararası turnuvalarda iyi futbol oynamak olduğu sonucunu çıkarmaları o kadar da şaşırtıcı bir şey değil.


Özetle, demek istediğim şu ki, uzaktan bakınca herşey bambaşka görünüyor. Bir yeri tanımak için kalkıp oraya gitmek gerektiği gibi, uzaktan nasıl göründüğümüzü anlamak için de alıştığımız bakış açısını bir süre için terk etmemiz gerekiyor. Bunu yapamadığımız sürece yaşadığımız yalan dünyanın yalanlarına kurban gitmeye devam edeceğiz. Çok gezenin bildiği de budur.

31 Temmuz 2008 Perşembe

Serüvene koş



Serüvene koşmak için trenler bekliyorsan,

güneşi yakalayıp gözlerine yerleştirmek için

beyaz yelkenlerin gelip seni almalarını bekliyorsan,

yarına inanmak için günbatımına,

iyi kalpli görünmek için zayıflığa ve

güçlü görünmek için öfkeye ihtiyacın varsa,

demek ki hiçbirşey anlamadın...


Jacques Brel



Maganda

Hindistan'a yerleşmeyi düşünerek Hintçe öğrenmeye başladığımda Arapça kökenli bir çok sözcüğün Türkçe'yle ortak olması işimi hayli kolaylaştırmıştı. Hatta sabun, mausam (mevsim), muşkil (zor durum), lakin, admi (adam), çaku (bıçak) ve hava (rüzgar) gibi bir dolu Arapça sözcük sayesinde hızla öğrendiğim Hintçe daha çok Pakistan'da konuşulan Urduca'ya benzediği için bir keresinde köylülerin paranoyaklıkları nedeniyle neredeyse tutuklanmama yol açmıştı.

Güney Doğu Asya'da da benzer bağlar bulmak mümkün. Tayland ve kuzeyinde (Laos, Kamboçya, Çin, vb.) Arap etkisi olmadığı için bütün ortaklık çay (ça) ve pazar (psar, fsar) sözcüklerinden ibaret. Ama Malezya ve Endonezya'da ortaklık çok güçlü. Mesela otobüste biletlerinde "yetişkin" için kullanılan sözcük "devasa". Eğer birini "makamında" ziyaret etmek istersen "mezarına" gitmen gerekiyor. Ama bütün bu ülkeleri birbirine en sıkı bağlayan sözcük "salamat".

Malezya ve Endonezya’da salamat’ın ardına duruma göre “sabah, akşam, yemek, uyku” gibi sözcükler koyup bunu günaydın, iyi akşamlar, afiyet olsun, Allah rahatlık versin gibi kullanmak mümkün. Görünürde pek Arap ya da müslüman etkisi almamış Filipinler’de ise salamat yalnızca teşekkür etmek için kullanılıyor. Barış, huzur kökünden gelen bir sözcüğün böyle yaygın kullanılması çok hoşuma gidiyor doğrusu.

Ama Filipinler dil açısından biraz garip bir ülke. Herkes birkaç dil konuşuyor. Neredeyse her ilin kendine has bir dili olmasının yanısıra her bölgenin de ayrı bir dili var. Ülkenin resmi dili ise iki tane. Dolayısıyla Maya gibi “normal” biri kendi vatandaşlarıyla konuşurken 5 dil kullanıyor: Barlig İgorot (doğduğu kasabanın dili), Bontoc İgorot (Barlig’in içinde bulunduğu vilayetin dili), İlocano (Kuzey Batı Luzon’da yaygın olarak kullanılan bir dil), Tagalog (milli dillerden biri) ve İngilizce. Ama bu dillerin hiçbirinde salamat’tan gayrı bir Arap etkisi yok. Ama başka ilginç ortaklıklar var.

Maganda sözcüğünün kökeniyle ilgili yıllardır yapılagelen geyikler nereye vardı bilmiyorum ama burada maganda, iyi, güzel anlamına geliyor ve günaydın (magandang umaga) gibi günlük kullanımda sıksık karşıma çıkıyor. İlk günlerde gülmeden günaydın demekte zorlanıyordum ama ona da alıştım. Daha garip şeyler de var. Mesela evet, o o (yani peşpeşe iki o, ups gibi bir şey). Batı’da ülkemizi temsil eden güzel kuşa verdiğimiz ad hindi, Hindistan’da milli dil burada ise hayır anlamına geliyor. Su ise tubig (too big gibi) .

Yani her dilin kendine göre ilginç bir yanı var. Derler ki, in Turkey there are lots of turkey, in Finland everything is finish, in Hungary you go hungry, in Phillipines you feel the pines.

Kısa yazmalıymış

Maya'nın dediğine göre, uzun uzun yazınca kimse okumuyormuş bu blogları. Doğrusu, ben de uzun bloglardan kaçındığımı söyleyebilirim. Belki bu vesileyle sözü uzatmamayı öğrenirim. Eğer "yok, sen boşver, yaz gönlüne göre" diye düşünüyorsan, bir yorum yazıverirsen sevinirim. Bundan sonra böyle...

29 Temmuz 2008 Salı

Müslüman mısın?


Dünyanın bu bölgesine gelmeden önce Filipinleri Karayipler'de sanıyordum. (Bunda Felipe ve Imelda Marcos’un İspanyolca isimlerinin etkisi olmalı, zira bu ülke Asya’da İspanyol kolonisi olmuş yegane ülke). Filipinli’ler de Türkiye’den geldiğimi duyunca söyleyecek birşey bulamıyorlar ve böylesi benim için daha rahat. Ama her zaman böyle değildi. Özellikle Malezya ve Endonezya’da hemen “müslüman mısın?” diye soruveriyorlar. Ben de o anki ruh halime göre “tabi müslümanım, hıristiyanım da, ayrıca budist ve hinduyum” ya da “evet, Türkiye çoğunlukla müslüman ama oranın müslümanlığı buradakinden bambaşka, biz Allah’la aramıza kimseyi sokmayız” gibi cevaplar veriyordum. Malezya’da benim gibi bir yabancıyla muhabbete oturan insanlar çoğunlukla laik olsalar da bir keresinde ilginç bir muhabbete denk geldim.

Benimle aynı pansiyonda kalan Malezya’lı müslüman bir adam bana “Atatürk’le ilgili ne düşünüyorsun?” diye sordu. Ben de, onun ne düşündüğünü merak ederek “valla, bildiğin gibi, ülkeyi kurdu, iyi kötü bir dolu değişiklik yaptı,” diyip “sen ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Atatürk Türkiye’yi dininden eden bir zındıktır,” diye cevapladı, “müslümanlığı değiştirmeye çalışmıştır, oysa müslümanlık tektir, kitap tektir.” Ben de kendimi tutamayıp “kitap tek de, müslümanlığın binbir şekli var. Sen Fas’taki müslümanlarla Endonezya’daki müslümanların aynı müslümanlığı takip ettiklerini mi sanıyorsun. İran’a git de gör, ezan bile farklı” diye biraz çıkıştım. “Olmaz öyle şey, tek bir müslümanlık vardır, hepimiz peygamberin yaşadığı gibi yaşamalıyız” diyince iyice tepem attı ve “iyi o zaman hepimiz Arap gibi giyinelim,” dedim. Beni ve yanımda oturup bu diyaloğu dinleyen Irak’lı arkadaşımı şaşkınlığa sevkederek “tabi ki en doğrusu bu olur, Araplar gibi giyinmeliyiz çünkü peygamber öyle giyiniyordu” dedi ve benim “ama burası Arabistan değil, iklim farklı, ayrıca 1.400 yıl öncesinden sözediyorsun. Kendine gel lütfen,” dememi dinlemeden kalkıp dışarı çıktı. Iraklı arkadaşıma dönüp “sen ne düşünüyorsun bu konuda” diye sordum. Kısaca “bunlarla konuşulmaz, ben de denedim ama kafayı bozmuşlar. Kendi hallerine bırakacaksın bunları. Sinirlendiğine değmez,” dedi.

Bu ve Penang’da Türkiyeli olduğumu öğrenir öğrenmez beni yeniden müslüman yapmak için kolları sıvayan, beni ısrarla dergahlarına davet eden ve nedense hiçbir soruma doğrudan cevap vermeyen Nakşibendi tarikatı mensubu abilerin dışında başka bir dini muhabbete maruz kalmadım. Şimdilerde Filipinlerdeki Evangelist’ler bana yaklaşır oldular ama onları da “höt, müslümanız biz” diye savuşturmam kolay.

Fotoğrafçı olduğu için dünyayı gezen bir arkadaşıma "müslüman ülkelere gittiğinde ne diyorsun?" diye sorduğumda bana Yemen'de başından geçen bir olayı anlatmıştı. Türkiye'den geldiğini öğrendikleri zaman ona da hemen "müslüman mısın?" diye sormuşlar, o da bozuntuya vermemek için "elhamdülillah" deyivermiş. Ne var ki Cuma günü gelip çatınca bunlar hiç sormadan bizimkini alıp camiye götürmüşler. Sağına soluna bakıp kopya çekmek için ne kadar uğraştıysa da namaz kılmayı bilmediğini çakmışlar ve sonrası pek de hoş olmayan bir hikayeye dönüşmüş. "Sen nasıl olur da bizle dininle ilgili dalga geçersin? Çocuk oyunu mu sandın? Sen kendini müslüman mı sanıyorsun?" falan diye. Velhasılı bu arkadaşım bir dahaki sefere aynı soruyu sorduklarında "yok, müslüman değilim" diye yanıtlamayı çok daha sağlıklı bulduğunu söylüyor. Zaten çoğu zaman Türkiye'yi dinden çıkmış olarak biliyorlar ve "müslüman değilim" diyince de şaşırmıyorlar. Böylesi daha iyi.

Benim başıma böyle bir hikaye gelmediyse de 5 ay sonra mülüman ülkelerden ayrılıp Katolik bir diyara gelmenin rahatlığını hissediyorum şimdilerde. Hem bunlar pazarları toplaşıp bir dolu şarkı söylüyorlar, üstelik ingilizce olduğu için ne olup bittiğini de anlamak mümkün.

Bir Dünya
Bir Allah
Binbir İsim

27 Temmuz 2008 Pazar

Gezginin Türkçesi

Yıllardır gezerim diye binbir isim takarlar bana. Çelebi, Turist Ömer, seyyah, vesaire. Bir de çok gezen mi bilir çok okuyan mı diye bir atasorumuz vardır. Hani birkaç örnek daha versem milletçe gezmekten olabildiğince sakındığımıza inanmakta zorlanırız.

Sürekli karşılaştığım bir soru var “neden Türkiye’den gelen senden başka gezgin yok?” diye. Benden başka gezgin var da diğer milletlerle karşılaştırılınca cidden çok çok az. Cevabı bulmak için hemen tarihe bakıyoruz. Bizimkiler ta Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar gelmişler, az buz yol değil at sırtında. Ama gezip görmeye değil yerleşmeye gelmişler ve yerleşmişler de. Diğer bazı milletler, mesela İngilizler, İspanyollar, Hollandalılar kaşiflikle uğraşır, dünyanın haritasını çıkarırlarken, bizimkiler kafayı fetihlerle bozmuşlar, Balkanlar’ı, Kuzey Afrika’yı falan fethetmişler. Dolayısıyla yakın geçmişte Batı milletleri turizmi icad edip dünyayı gezip görmeye girişirlerken, bizimkiler Alaman diyarlarını işgale gitmişler. Şimdi şimdi gezmek görmek için kalkıp uzaklara gitmenin de bir anlamı olabileceğini anlamış görünsek de ne yazık ki gözümüzü Batı bürümüş görünüyor.

Tabi ki bunun ekonomik yönünü inkar etmek haksızlık olur ama fakir olmakla birlikte yol alma geleneği olan kültürler de var. Bazı kültürlerde, örneğin Hindistan’da, içsel bir arayışa çıkan insanların bir yerde uzun süre kalmaktan kaçınmaları önerilir, zira zaman alışkanlık doğurur ve alışkanlık da bu dünyanın fani olduğunu unutmaya yol açabilir. Bizim de bir zamanlar gezgin derviş kültürümüz varmış ama nedense dini olduğu düşünüldüğü için tükaka görülen bir dolu şeyle birlikte tarihe kapatılıp gitmiş. Bir de göçebe atalarımız varmış ama şimdilerde onların yaşamı neredeyse sefillik olarak görülüyor (çadırın tuvaleti bile yok ki). Ama ben yeni kuşaklardan umutluyum. Son yıllarda derviş, dergah, kervan, seyyah gibi sözcüklerin olumlu ve yerinde kullanılır olduklarını görmek beni mutlu ediyor.

Asya’da nereye gitsem türümün tek örneği olmak da o kadar fena değil aslında. Bir nevi özgürlük veriyor bana, Türkiyeli insanlarla ilgili herhangi bir önyargı taşımayan insanların arasında olmak (sen buralara geldiğinde “madem Türkiyelisin, neden dreadlockun, küpelerin yok?” diye sorarlarsa şaşırmayasın). İran’da Azeriler sayesinde neredeyse “evimde” hissetmiştim. Hindistan’da bile sağda solda tek tük memleketlilerimle denk geliyordum. Ama Güney Doğu Asya’ya geldim geleli, Tayland’daki gökkuşağına gelen ve çoğunu önceden tanıdığım arkadaşlardan gayrı bir Allah’ın Türkiyeli kuluna rastlamış değilim.

Yollarda Türkiye vatandaşından çok, Türkiye’den gelme başka şeylerle karşılaşıyorum. Sanırım ilk karşıma çıkan şey Bangkok’un en işlek turist bölgesi olan Khao San Road’daki Turkish Kabab yani tavuk döner oldu. Aynı cadde üstündeki müzik dükkanlarından yükselen Tarkan’ın Fındıkkıran şarkısının İngilizce yorumuna da o kadar şaşırdığımı söyleyemem zira zaten İstanbul’a benzettiğim için sevdiğim bu büyük şehrin mücevher satılan bölgelerinde bazı köşeleri kapmış bulunan “Istanbul Silver”, “Anatolia Jewelery” gibi dükkanların sahiplerinin yanlarında gümüşten başka birşeyler getirmiş olmaları kaçınılmaz görünüyordu.

Ama Ayşegül’le Malezya’ya ilk girdiğimiz gün otostop çektiğimizde bizi ilk alan arabadaki adam Türkiyeli olduğumuzu öğrenir öğrenmez telefonunu açıp bize Mustafa Sandal’dan Onun Arabası Var’ı dinletmeye başlayınca bir hayli afalladığımızı inkar edemem. Neyse ki hiç bozuntuya vermeden, Mustafa Sandal’la ilgili görüşümüzü bu dünya müziği meraklısı abiyi kırmadan ifade etmeyi başarmıştık.

Malezya’da Türkiye’den pek birşey dikkatimi çekmedi. Kuala Lumpur’daki Türkiye Konsolosluğundakiler yeni pasaportlarımızdaki mikroçiplerin (pek yakında hepimizi izlemeye alacaklarının resmidir) Malezya’da yapıldığını söylediler. Bir de kitapçılarda Atatürk’le ilgili kitaplar gözüme çarptı ama bu kitapların tümü Atatürk’ün Türkiye’yi nasıl dininden ettiğini, aslında yahudi ve mason olduğunu falan anlatan kitaplardı.

Endonezya’ya ilk gittiğimde kitaba susadığım bir sırada Sumatra’da bir ikinci el kitapçıda ilk kez Türkçe bir kitapla karşılaştım, ama ne yazık ki bu da bir Pınar Kür kitabıydı ve o kadar zor durumda olmadığımı düşünerek kitabı orada bıraktım. Çin’de Dali’nin en turistik sokaklarından Renmin Lu’da bir dükkanın nazar boncuklarıyla döşeli olduğunu farkettim. Dükkanın sahibi Japon Sayaka bu çok özel boncukları kendisinin toplayıp getirdiğini söyledikten sonra “sana bir sürprizim var” diyip elime Türkiye’den getirdiği kurukahveyi tutuşturdu. Çok kahve düşkünü olmasam da ne kadar heyecanlandığımı anlatamam. Kahvenin kokusuyla birden mısır çarşısına gittim, sanki birazdan babamın dükkanına varacakmışım gibi hissettim.

Bali’de de radyoyu ne zaman açtıysam Tarkan’ın Fınfıkkıran’ına denk geldim. Demek ki en sonunda uluslararası bir star çıkarmıştık da haberimiz yoktu.

Filipinler’e vardığımda Maya elime Türkçe bir kitap tutuşturdu, Ramses serisinin henüz okumadığım üçüncü kitabı. Biraz fena bir çeviri olmakla birlikte neredeyse 2 yıl sonra internetteki haberler dışında Türkçe birşeyler okumak bana nasıl iyi geldi anlatamam. Kitabı okuduğum zamanlar bazen Türkçe düşünmeye başladığımı fark ediyorum. Sanki kimliğim değişiyor.

Burada Türkiye’den geldiği bilinen benim haricimde iki şey var. Biri “shawarma” yani bizim döner ama domuz etinden yaptıkları için daha ziyade Yunanistan’daki gyros’a benziyor. Shawarma sözcüğünün kökenini düşününce bunun “çevirme” ye benzediğini farkettim. Acaba bir yerlerde dönere çevirme deniyordu da Araplar onu duyup shawarma yaptılar, o da kalkıp buralara kadar geldi diye düşünmek çok mu acayip olur?

Burada Türkiye’den geldiği bilinen ikinci şeyse Yılmaz Bektaş. Ben adını burada duydum ama araştırmak zorunda kaldım. Bu sosyetik kahramanımız Filipinler’in 1993 yılı güzellik kraliçelerinden ve şimdilerde pembe dizi oyuncusu olan Rufa Gutierrez ile evlenmiş ve 2 çocuk ve 10 yıl sonra Rufa bunu kaçarcasına terk etmiş. Hatunun dediğine göre Bektaş bunu dövermiş. Bektaş’ın dediğine göre hatun kişi evle hiç ilgilenmez, gezip tozarmış. Hayırlısı neyse o olmuştur elbet ama geriye pek de olumlu olmayan bir Türkiyeli erkek imajı kalmış. Şimdi buradaki misyonum bu imajı düzeltmek. Ama ben de nasıl Türkiyeliyim bilmiyorum.

Türkiye’den gelen ama kimsenin bilmediği bir diğer şey ise Dona Elena zeytin yağı. Türkiye’de Philip Morris’in vatandaşı kandırmak için Türkü ya da Anadolu diye sigaralar ürettikleri gibi burada da müslüman sanıp tepki duymasınlar diye yerli bir isimle pazara girmişler. Pek de fena olmamıştır eminim zira bizde Kürt neyi çağrıştırıyorsa burada da müslümanlar onu çağrıştırıyor (sözüm meclisten dışarı, ben yalnızca çoğunluğu müslüman olmayan bir ülkede çoğunluk oldukları vatanlarının özgürlüğü için terörist mücadele veren Mindanaoluların genel halk tarafından algılanmalarıyla bir paralellik görüyorum.)

Ah bir de Filipinler’in dünyaca ünlü (ve muhtemelen dünyanın en ucuz) birası San Miguel Pilsen’in şişesi de tadı da aynı Efes Pilsen. Vatan hasreti çekeceğini bahane ederek burlara gelemeyenleri motive etmek için bir neden daha.

Bunlar buralarda Türkiyeli olmakla ilgili aklıma gelen ilk şeyler. Başka durumlarla karşılaştıkça buraya yazacağım. Ama en başında dediğim gibi diğer hikayeler diğer bloglarda. Bu arada, kimsenin okumadığı hissine kapılırsam yazmak zorlaşabilir. Bana bir yorum yazarsan sevinirim.


Yurtta sulh, cihanda sulh.